26 Aralık 2010

sakin olmak lazım


Sevmediğim bir işim var. Bir şekilde girdiğim, ikinci senemi tamamladığım bir iş. Bana göre olmadığını daha başında anladığım ama bir şekilde bu zamana kadar devam eden, en azından iki-üç sene daha devam edecek bir iş. Son günlerde ne kadar çabuk sinirlendiğimi farkediyordum ki; hafta içinde bir müşteriyi azarladım telefonda, hem de diğerlerine göre daha az hakeden bir tanesini. Sonrası pişmanlık tabi ki. O gün benim için rezil oldu doğal olarak. Kafamda sürekli kuruyorum "unutur mu acaba?", "bir dahaki sefere telefonda nasıl konuşacak?" vs. Ertesi gün gene konuştuk telefonda, hiç bir şey olmamıştı sanki. Pişman olduğumu karşı taraf da anladığı için hiç üzerinde durmamıştı. Ben ise kafamda kurduğum senaryolarla baş başa kalmıştım.

21 Aralık 2010

soguk


Artık havanın ne kadar soğuk olduğu ile ilgili bişiler yazmıyım diyorum ama olmuyor.. İstanbul 15 derecelerin tadını çıkarırken, burada özlemle artı dereceler beklenirken, aklımdaki tek şey bu. Avrupa donuyor haberleri internet gazetelerinin vazgeçilmezleri haline geldi artık. Geçen seneki ulaşım rezaletinden sonra bu sene ders almalarını beklerdim ama değişen hiç bir şey yok. Cuma günü yağan ilk kar ile tren, uçak ve hatta tramvay seferleri ağır sıçmış vaziyette, daha yeni yeni normale dönüyorlar. Yollara bir gıdım tuz döken yok, arabalar patinajlar eşliğinde gitmeye çalışıyorlar. Ve insanlar hala bisiklete biniyor. Evet, hava çok soğuk.

11 Aralık 2010

London


Vize alma hazırlıklarıyla başlayan Londra heyecanı, pazar akşamı Amsterdam'a inmemizle son buldu. Oturma iznimin süresi dolduğu için gidip gidemeyeceğim son haftaya kadar belli değildi ama Hollanda bana (şimdilik) bir üç ay daha kucak açmayı kabul etti ve geri dönüş vizemi verdi. Easyjet sağolsun hem gidişte, hem dönüşte ikişer saat rötar çakmayı becerdi, boşuna ucuz olmuyorlar tabi ki.

Hayatımda ilk defa İstanbul kadar büyük bir şehirle karşılaştım Londra'da. Büyükten öte, sınırları belirsiz bir şehirle. Kalabalığın sınırları belirsiz, trafiğin sınırları belirsiz, gecenin sınırları belirsiz, mağazaların sınırları belirsiz. Beraber gittiğim arkadaşımın deyimiyle (Amsterdam'ı kastederek) "biz köyde yaşıyormuşuz". Gerçi ben bu kadar sert yaklaşmıyorum olaya. Bu sakin sokakları, temiz havayı, işe on dakikada gitmeyi, hayatın bir döneminde denediğim için memnunum. Kaotik hayatın cazibesinden kaçamayacağıma eminim ama bir süre kalıbı dinlendirmekten zarar gelmez sanırım.

Turist olarak gitmenize rağmen etrafta konuşulan her şeyi anlamak gerçekten büyük bir nimetmiş. Zaten bu nedenle hiç bir yerde turist olarak davranmıyorlar size. Amsterdam'da 150'den fazla milletten insan yaşadığı için international bir ortam olduğundan bahsederler ama dutch konuşmadığınız için her zaman turist muamelesi görürsünüz. Londra'da ise bu asla gözünüze sokulmuyor, şehirde daimi bir akış var sanki. herkes hem geliyor hem de gidiyor şehirden. Hollanda'dan sonra servis sektörü de başımı döndürdü resmen. Espri yapan kasiyerler, güleryüzlü garsonlar... alışık değilim böyle şeylere.

Her şey iyi hoş da, trafik neden ters? Karşıdan karşıya geçmek her zaman bir gerginlik, nereye bakacağını şaşırıyor insan. Ona da bir kolaylık yapmışlar, her trafik ışığının altında ne tarafa bakmanız gerektiği yazıyor kocaman.

Milliyet'in resim galerilerinde her hafta en az bir kere "ingiliz gençler alkolu fazla kaçırdı" temalı bir fotoğraf serisi yayınlanır, ilk defa gözlerimle görmüş oldum. Gerçi köşeye işeyene ya da çöp kutusuna kusana rastlamadım ama kavga edenler, ayakta duramayanlar eksik olmadı. Her koşulda ve her durumda cool durabilen Hollandalılar vs İngiliz asaleti.

29 Kasım 2010

bir yıl


Hollanda'daki birinci yıldönümünü El Classico ile izleyerek geçirmek... Bence hiç fena değil..

22 Kasım 2010

Anneke van Giersbergen

Anneke van Giersbergen&Agua de Annique - Melkweg@Amsterdam - 20.11.2010 - 17,5€


Müzik dinleyerek uykuya dalmanın hastasıyım. Gerçi çalışmaya başladığımdan beri kulaklıkla girmiyorum yatağa, sabah kalkmak zorunda olmak ve gün içinde işi savsaklayamamak uykudan maksimum fayda almaya itiyor beni. Öğrenciyken hiç böyle bir kaygım yoktu doğal olarak, ya zaten geç kalkıyosun ya da enerjini harcamak istediğin alanları sen seçiyosun. Neyse, lisede yatarken cd player'ımın vazgeçilmezlerinden bir tanesi The Gathering'in "Nighttime Birds" albümüydü. Albümün zaten muhteşem olan şarkılarını daha da güzelleştiren sevgili Anneke'nin vokalleriydi benim için (ve muhtemelen The Gathering seven herkes için). Eşşek kadar adam, ninni gibi Anneke'yi dinleyerek uykuya dalardım.

Bu yüzden cumartesi akşamı hissettiğim ilk şey nostalji oldu. Ortaokul/lise zamanlarım, o zamanlar hissettiklerim, vazgeçemediklerim... Sonrası ise sahnedeki sempatik, sevimli güzeli izleyerek ve dinleyerek geçirilmiş bir buçuk saat. Anneke de Hollanda'nın bağrından koptuğu için çok samimi bir hava vardı içeride, yeni aldığı kıyafetlerini nasıl bulduklarını seyirciye soracak kadar. Daha çok solo çalışmalarından çalsa da, araya üç tane de The Gathering sıkıştırıverdi. Seviyoruz seni Anneke..

Saturnine
Souvenirs

21 Kasım 2010

65daysofstatic

65daysofstatic - Sugar Factory@Amsterdam - 19.11.2010 - 15€

Geçen mart ayında 65daysofstatic gene Amsterdam'a gelmişti. Ben de grupla yeni tanışmış, hastası olmuş ve büyük bir heyecanla bilet almıştım. Konser günü evden çıkana kadar benden desteğini hiç esirgemeyen, hep yanımda olan bilet; tam o anda bana sırtını dönmeye, arkasına bile bakmadan çekip gitmeye karar verdi. Bunu konser salonunun kapısına gidene kadar farketmediğim için hüsranım sonsuz oldu doğal olarak.

65days sağolsun, bu sene içinde ikinci defa Amsterdam'ı ziyaret ettiler. Grupla tanışalı bir sene olmadı henüz ama son zamanlarda beni en heyecanlandıran ekip açık ara. Üniversite zamanlarımdan itibaren beni etkisi altına alan post rock tınılarına gönül vermiş İngiliz bir grup. Son albümleriyle beraber standart rock altyapısından uzaklaşıp, elektronik öğelerle daha oynak bir biçime dönüşmüş olmaları beni çok üzmese de, mutluluktan havaya da uçurmadı. İlk albümleri her zaman ilk göz ağrısı olacak heralde.

Aklıma takılan bir nokta, üniversiteden beri konserlere beraber gideceğim bir ekip bulamamam. Lisede aynı müzik zevkine sahip 2-3 arkadaşımla beraber giderdim bütün konserlere ama üniversite ile onlardan da koptum. Gerçi Boğaziçi'ne girdikten sonra müzik zevkimizin uyuştuğu arkadaşlarım oldu ama onlarla da konsere gitme zevkini yaşayamadım bir türlü.

I Swallowed Hard, Like I Understood
Fix The Sky A Little

18 Kasım 2010

üçüncü ve sonuncu kez


Artık oturduğum mahalleden mi, yoksa tipimden mi (umarım mahalledendir) bilmiyorum, bugün üçüncü defa benden para isteyen biriyle muhatap oldum. Dilenci demeye de pek dilim varmıyor çünkü her birinin (görünüşte) kendine has bir hikayesi var ve amaçları doğrultusunda paraya ihtiyaç duyduklarını anlatıyorlar. Dutch bilmiyorum demek de bir çözüm olmuyor çünkü hemen ingilizceye dönüyorlar. İlk denk geldiğim herif 30'lu yaşlarında, elleri yara bere içinde biriydi. Junkie olmadığından şehirde evsizlere barınak sağlayan hiç bir yerin kendisini kabul etmediğinden, önceki gün yağan yağmurda donuna kadar ıslandığından, iki gün sonra Fransa'ya üzüm bağlarında çalışmaya gideceğinden vs bahsetti ve kalacak bir yer için varsa bozuk para istedi. Bozuk param olmadığını ama marketten yeni aldığım ekmeğimi verebileceğimi söyleyince, aç olmadığını ama içecek bir şeye hayır demeyeceğini söyledi, ben de yarım litre sütümü kendisine emanet ettim. İkinci rastladığım karakterin ingilizcesi rezalet olduğu için bisikletle Almanya'ya gitmeye çalıştığını, yolda bir konsere uğrayacağını, seyahatine katkıda bulunursam çok sevineceğini çıkarabildim sadece. Bugün karşılaştığım kişi ise bir bayan, kendisi bisikletiyle istasyona giderken mavi cüzdanını yolda düşürmüş, trene binebilmek için 13 euro'ya ihtiyacı varmış, ancak düşen cüzdanından kurtarabildiği sadece 7 euro imiş. Yerse...

14 Kasım 2010

mutfak mesaisi


Uzun bir süre sonra mutfakta tüketiciden çok üretici bir gün geçirdim tekrar. Kitaplar açıldı, tarifler kovalandı.. Günün menüsü: balkabağı çorbası, domates soslu köfte, çikolatalı-fındıklı cookie. Çorbadan başlamak gerekirse tam balkabağı çorbası olmadı aslında. Markette bulabildiğim yegane turuncu kabak resimde gözüken flespompoen olduğu için flespompoen çorbası yapmış oldum ben de. Suyunu fazla koyduğum için kıvamında sıkıntı var ama tadı yerinde. Köfte tarafında daha önceden tecrübem vardı, bu yüzden önceki hatalarımdan ders çıkardım. Soğanları daha ince doğradım, köfteleri teflon tava yerine teflon tencerede kızarttım. Ha, bi de markette satılan hazır ekmek kırıntılarından kullandım (bu adamların her şeyin hazırını yapmalarını takdirle takip ediyorum). Cookie tarafında da tecrübem olmasına rağmen bunlar pek hatırlamak istemediğim türden. Bu seferki denememin sonuçlanmasına biraz daha süre var, umarım bu sefer Subway ayarında olmasa da yenebilecek kıvamda bir şeyler ortaya koyabileceğim.

11 Kasım 2010

St Martin's Day


Sağanak yağmurda sırılsıklam bir halde eve vardım. Hazır ıslandım bu kadar madem, çöpü de çıkarayım dışarı diye sokak kapısını açınca yukardaki resimdekine benzer 3 adet sarı kafayla burun buruna geldim. Ellerinde kağıttan yapılma fenerlerle.. Bir de şarkı söylemeye başlamasınlar mı, iyice mala bağladım ben. Yüzümde şapşal bir gülümsemeyle bir önümdeki kopillere bakıyorum, bir de arkadaki ebeveynlerine. Benim eblek halimi gören anne-baba takımı gülmeye başladı doğal olarak. "I have no idea what's going on here" ile derdimi anlattım, elemanlara şeker vererek herkesi mutlu edebileceğimi söylediler. Elimdeki koca çöp torbasını gördükten sonra beklentileri yükselmiş olan çocuklara Haribo, Twix, Mars ve türevlerinden sunabildim ancak. Ganimetimi üç ayrı ekibe dağıttıktan sonra, çakma halloween'imi kutlamanın rahatlığıyla eve geri döndüm. Aziz Martin gününüz kutlu olsun..

31 Ekim 2010

pişti kafası


Çamaşır makinası çarşafları, yastık kılıflarını yıkamaya başladı; bulaşık makinasında dünden kalan kahve bardakları temizleniyor; şişme yatak tekrar kutusuna girdi; gene tek kişilik yemekler hazırlıyor fırın. Beş kişilik bir ekibi yolcu ettim bugün, kısa süreli olsa da dolu ve dolayısıyla yorucu bir haftasonu geçirdim (pişti oynamak hiç bu kadar zor olmamıştı). Her gelen misafirle burası hakkında daha çok şey öğreniyorum, farketmediğim detayları farkediyorum, gözden kaçırdığım noktaları görüyorum. Uzun süre burada yaşayınca (11 ay uzun mu oldu şimdi?) garip gelecek durumları da olağan karşılamaya başladığımı farkettim.
En sonunda kombim düzgün bir şekilde çalışıyor, iki aylık macera mutlu sonla bitti. Üç defa gelen tesisatçılar sorunu çözemeyince, en sonunda üretici firmadan birini getirdi ev sahibim ve sonuç: kendi kendine, kafasına esince kapanmayan ve beni gecenin köründe donmak zorunda bırakmayan bir kombi. Kışa kafam rahat giriyorum ama hala korkuyorum. Bir de yüzyılın soğuğu gazı varken etrafta, atkı ve eldivenden daha fazlasına ihtiyaç duyacak olmaktan korkuyorum. Neyse ki zor günler için de gizli bir silahım var.

24 Ekim 2010

Bilinç akışı

Bir süredir günler aynı.. Zaten fark yaratabileceğim alan iş sonrası eve gelmemle başlıyor, o zaman da enerji yokluğundan kaybediyorum. Spora başladım tekrar, bir ayın sonunda değerlendiricem performansımı. Yogaya da başlasam diyorum ama dersi veren elemanın çok fazla konuşması geriyor beni. Sanki adamın konuşacak kimsesi yok, yoga yaparken kafa dinlemek isteyen bize döküyor içini. Bu haftayı da pas geçiyorum bu kararı vermek için. Atkımı çıkardım, benim için kış geldi artık. Eldivenlerim için hala direniyorum, ellerim kuruluktan çatlayana kadar direnişim devam edecek. Değişiklik olsun diye bu hafta Delft'e gittim, kardeşimin evinde kaldım ilk defa. Risk oynadık, feci tokatlandım. Evde kombim arızalanıyor bir süredir. Ev sahibi üç defa tamirci getirdi, bir türlü düzelmedi. Şimdi evin ısınmasında sorun yok gibi ama sıcak su yerine ılık suyum var. Kasım ayına girerken  ve kapıda misafirlerim beklerken çok kritik bu durumlar. Umarım hallolacak. Bu hafta dört gün çalışacak olmanın dayanılmaz keyfi.. Bu şekilde kafamdan geçenleri herhangi bir mantık sırasına sokmadan yazınca, okumak ne kadar kolay acaba?

10 Ekim 2010

ideefixe'den siparişim var..


Kitap okuma konusunda hız kazanmaya çalışıyorum bir süredir. Kondisyonumu kaybettiysem eğer, tekrar okuyarak hile yaptığım bazı kitaplar var. Murat Gülsoy ve Yekta Kopan'ın öyküleri mesela. Hayalet Gemi sayesinde aynı anda keşfettiğim, aynı yolun yolcusu iki yazar. Romana da yöneldi ikisi de ama bana aynı tadı vermediler. Keşke tekrardan öyküye dönseler, hap kadar hikayeler yazsalar, bir kitapta yirmi ayrı karakter yaratsalar. Bu şekilde, ne kadar okusam da bıkmadığım bir başka kitap da Fareler ve İnsanlar. Buraya gelmeden önce yanımda bulunsun diye almıştım son dakikada. Cuma konsere giderken trende boş durmamak için başlamıştım, dün bitirdim. Böyle bir hikaye kurgulamak için ne gerekli insana? Hayalgücü tek başına yeter mi, yoksa o yollardan geçmiş olmak mı gerek? Kitapta yazan hayat öyküsüne göre, Steinbeck sırf yaratacağı karakterlere yakın olmak için ırgatlık, tezgahtarlık, marangozluk gibi işlerde çalışmış. Acaba yeteneği olmasaydı, istese de yazamasaydı, pişman olur muydu tercihlerinden?

9 Ekim 2010

Red Sparowes

Red Sparowes - W2@Den Bosch - 08.10.2009 - 10€

Neden bu işi yaptığımı sorguladığım bir haftayı geride bıraktım. İstanbul'dayken oldukça sık yaşardım bu ruh halini, o yüzden bir senenin sonunda başka bir yola girmeye karar vermiştim. Karar vermekle olmuyor tabi, hayat aldı beni, koydu bir başka bankanın ortasına. Aynı tas, aynı hamam, farklı şehir. Gene de burada iş nedeniyle daha az asabım bozuluyor. Bir yandan da bunların hayat tecrübesi olduğuna inandırıyorum kendimi. Korkum; bir gün, sıçarım hayatına da, tecrübesine de demek.

Her neyse, sakin geçen bir yazdan sonra Hollanda konser sezonunu dün resmi olarak açtım. Bu konserle beraber dört büyüklerin (Mogwai, God is an Astronaut, Red Sparowes, 65daysofstatic) üçünü sahnede izlemiş oldum. 65days konserine bilet almak, konser salonunun kapısında bileti kaybettiğimi farketmek ve sold-out konsere girememek gibi bir anım da mevcut ayrıca. Müzik için seyahat etmeye devam ediyorum gene. Bu sefer 50 dakika mesafedeki Den Bosch'taydı konser, yaklaşık 250 kişinin katılımıyla. Red Sparowes gibi enstrümental müzik yapan gruplar seyirciyle iletişimi genelde görseller üzerinden kuruyorlar. Her ne kadar god is an astronaut'un gerisinde kalsalar da, yaratıcılıklarına hayran kalıyor insan. Korn konserinden sonra sahnede zevk alarak nasıl müzik yapılır hatırlamış oldum.

The Great Leap Forward Poured Down Upon Us One Day Like A Mighty Storm Suddenly And Furiously Blinding Our Senses
Alone And Unaware, The Landscape Was Transformed In Front Of Our Eyes

26 Eylül 2010

ev-ben-keyif

Son iki haftasonunu misafirlerimle geçirdikten sonra evden hiç çıkasım gelmiyor. Özlemişim evde boş oturmayı, kahve hazırlayıp kitap okumayı, sıkılınca dizi izlemeyi.. Kanepem hiç kapanmasın derken, nereden çıktı bu yalnızlığa özlem? Farkettim ki geride kalan on ayda fazlasıyla alışmışım yalnız yaşamaya. Bekar evi konsepti değil bu, Boğaziçi'ndeyken kardeşlerimle en güzel bekar evini kurmuştuk beraber. Biraz kimseye karşı sorumlu olmama, biraz dört duvar arasında tamamen özgür olma, biraz da canın ne çekiyorsa onu yapma. Ev bakarken birinin yanına mı çıksam diye az da olsa düşünmüştüm, verdiğim kararın doğruluğunu şimdi daha çok anlıyorum. Bu konfora bu kadar alışmak ne kadar doğru bilemiyorum ama madem şartlar bunu gerektiriyor, bari bir süre tadını çıkarayım.

Fotoğraf, Bas Jan Ader'e ait.

Korn

Korn - Heineken Music Hall@Amsterdam - 19.09.2010 - 42€

13 Eylül 2010

kanepemde biri mi var?


Nüfus kütüğünü buraya aldırma konusundaki yoğun kulis faaliyetlerimiz henüz bir sonuç vermese de, ailenin yarıdan fazlasını Ağustos ayı içinde Hollanda'ya taşımış olduk. Bu senenin Şubat'ında yaptığımız üçlü buluşma artık haftasonlarının sıradan aktivitesi. Amsterdam-Delft hattındaki trafik geçen seneye göre daha da artacak. Artık orada da yatacak bir ev olduğuna göre bana da Delft yolları gözüktü sanırım.

Bu sıralar İstanbul-Amsterdam trafiğinde de yoğunluk var. Geçen hafta gelen arkadaşlarımla İstanbul ortamını kısa bir süreliğine de olsa buraya taşımış oldum. İşin fena şekilde baydığı bu dönemde cankurtaranım oldular. Amsterdam'ın sunduğu bütün olanakları gösterdim kendilerine, onlar beğendiklerini seçip yediler. Emeği geçenlere teşekkürler. Bu hafta ise annemin yolu düşüyor bu sonbaharı bile soğuk ülkeye.

Yeni sezonda bu tür hareketleri daha sık görmek istiyorum.. Mesaj alınsın lütfen..

1 Eylül 2010

Valencia - Barcelona


Bundan tam 7 sene önce gene Valencia'daydım. O zaman domates festivali aşkına gelip bir gün kalmıştık. Bu sefer Iron Maiden aşkına düştüm yollara ve gene aynı yerdeyim. İlk seferden sadece yediğim paella ve arenada antreman yapan matador çırakları kalmıştı. Bu defa şehir daha bir oturdu kafamda, bunda konser dönüşü hostele kadar 50 dakika yürümenin de katkısı inkar edilemez.

İstanbul'dan sonra neredeyse bütün avrupa şehirleri küçük geliyor insana; Valencia, Amsterdam'a göre bile küçük. Pazar günü olduğu için şehir bomboş, sıcaklık 35 derece olunca da kimse adımını atmıyor dışarı, benim gibi turistler hariç. Turist olmayan Valencialılar'ı da ellerindeki yelpazelerden tanıyorsunuz hemen, erkek ya da kadın farketmiyor. Pazar günü olmasının getirdiği bir sorun da bütün dükkanların kapalı olması, açık bir süpermarket dahi bulamamak. Buradan hareketle avrupanın en büyük sorunun bakkal konseptinin eksikliği olduğunu farkediyorum (götü boklu dolaşmaları zaten kanayan bir yara). Ben market alışverişi yaparken eve bira taşımak istemiyorum, canım istediği zaman gidip köşedeki bakkaldan alabilmeliyim. Akşam 10'dan sonra aç kaldım mı stresine kapılmamalıyım, köşedeki bakkalda makarnanın asla bitmeyeceğini bilerek rahatlamalıyım. Paella'mı yerken aklımdan geçenler bunlardı işte.

Şehir deniz kenarında olmasına rağmen sırtını denize dönmüş durumda, şehir merkezi oldukça içeride yer alıyor. Plaja gitmek dışında herhangi bir şekilde deniz kenarına yolları düşmüyor sanırım. Bu durum Barcelona'ya varınca değişiyor tabi ki. Denizin kenarına kurulmuş, devasa bir akdenizli şehri Barcelona.
7 sene önce interrail'ın sonunda 30'uma kadar Amsterdam'da, 30-60 arası Barcelona'da, geriye kalan bir zamanım olursa da Venedik'te yaşamanın ideal olduğuna karar vermiştim. O Barcelona'ya 30'umdan önce tekrar geri dönüyorum, son kontrolleri yapmak için. Şehre adım atar atmaz bir kaosun içine düşüyor insan, büyük şehir kaosunun içine. İstasyonda, metroda, sokaklarda insan seli.

Hollanda'dan sonra servis kalitesi bir anda yükseliyor İspanya'da. Çalışanlar bir gıdım ingilizce bilmemelerine rağmen seni anlamaya çalışıyorlar, karşılıklı olarak eller kollar sürekli bir şeyler anlatmaya çalışıyor, yüzler sürekli gülüyor. Hollanda'ya göre bir artıları da konuştukları dil tabi ki. Dutch denen azaptan sonra İspanyolca kulağıma mükemmel geliyor, öğrenme gazım tekrardan nüksediyor. İspanya'nın bir diğer artısı da insanlarının özellikle güzel olmaması. Kara kuru, senin-benim gibi tipler. Hollanda'dan sonra insan kendini normal hissediyor.

Bir de tapas olayı var tabi ki. Fast food gibi atıştırmaya da uyuyor, rakı-meze takılır gibi aheste aheste yemeye de. Gittiğim bir tapas barda, bir yanımdaki adam 45 dakika boyunca yerinden kalmıyor. Bu süre içinde yaklaşık 5 parti yemek sipariş ediyor, her seferinde max 2 parça bir şey. O 2 parçayı yiyor, birasını yudumluyor, gazetesini okuyor. Bir 10 dakika sonra diğer partiyi istiyor. Bu şekilde yavaş yavaş karnını doyuruyor eleman. Diğer yanımdaki muhtemelen iş adamı. Geliyor, 2 parça sipariş ediyor, hızlıca atıştırıyor, üzerine "cafe solo"sunu çakıyor ve kalkıp gidiyor. Benim deneyimim ise alakasız tapas tercihleri üzerine kurulu. Öğle vakti, tavsiye üzerine gittiğim bir tapas barda, bara oturuyorum, kalamar ve biramın tadını çıkarıyorum. Bitince garson tatlı isteyip istemediğimi soruyor. Yeni bir şeyler deneme gazıyla menüden bilmediğim bir şey seçiyorum ve önüme ekmek üzeri ançuez geliyor. Nasıl bir midesiz diye düşündüklerine eminim.

30 Ağustos 2010

Iron Maiden - Up the Irons

Iron Maiden - Auditorio Marina Sur@Valencia - 21.08.2010 - 66 €

Iron Maiden'ı, Pink Floyd ve Led Zeppelin'in yanına koymuşumdur her zaman. Onlar gibi çığır açıcı bir müzik yapmadıkları kesin; ancak yarattıkları melodiler, oluşturdukları şarkılar, bende hep daha iyisi olamaz hissini uyandırır, tıpkı Led Zeppelin ve Pink Floyd gibi. Benim için bu kadar önemli bir grubu sahnede görebilmem için, onları ilk dinlememin üzerinden 15 sene geçmesi gerekti.
Durup düşünüyorum, "ulan yaş 27 oldu, hala grubu sahnede görücem diye kalkıp başka şehirlere, başka ülkelere gidiyorum". Önce canım sıkılıyor biraz, yaşımın getirmesi gereken olgunluktan, ağırlıktan uzağım diye. Sonra büyüdükçe dönüşmekten korktuğum karakterin hala uzağındayım diye seviniyorum. Ne kolumda kocaman bir saatle geziyorum, ne dışarı çıkarken beyaz gömlek giyiyorum. Az ya da çok, hala aynı zibidi ve çocuk olarak etrafta dolanıp duruyorum.
Iron Maiden'ın peşinde Valencia'ya geldim ben de. Konseri anlatmaya gerek yok. 22 bin kişinin arasında geçen muhteşem 2 saat. Son dört albümlerinden oluşturdukları bir setlist. Sahnede adım atmadık yer bırakmayan, her biri 50 yaşın üzerinde altı adam. Hayali gerçekleşirken bağıran, çağıran, zıplayan ben.

Hallowed Be Thy Name
The Evil That Men Do
Wasted Years

17 Ağustos 2010

Mutfakta bariz biri var..

Ailenden koparak ayrı bir eve çıkmanın getirdiği zorunluluklardan biri, karnını doyurmayı öğrenmek. O ana kadar sadece sofraya çağrılmayı ya da tabağının doldurulmasını beklerken; artık senin ocağı yakman, tavukları kuşbaşı kesmen ya da soğanları doğraman gerekiyor. Boğaziçi'nde yaşarken annemin sırtından geçinmeye devam etmiştik; her pazar dolu kapları, her cumartesi boş bir şekilde geri getirdim Soyak'a. Gene de bir kaç hareket öğrendik üçümüz de bu dönemde. Buraya geldikten sonra ise, makarna-pilav-et üçgeninde geçen yaklaşık bir aydan sonra bünye bu işe dur demeye başladı. Hele bir de buranın o kırmızı etlerinin tadı ve kokusu yok mu, et tarafında da bir tek tavuğa kaldım bu yüzden.. İkinci aydan itibaren, ufak denemelerle kendi çapımda mutfağa bir hareket getirmeye çalıştım, fena da sonuçlanmadı gibi. Bu ay ise, en sonunda aldığım ve hediye gelen yemek kitapları ve yüzyılın icadı, her bekar evinin dostu, canımın içi Tefal Actifry'ın yardımlarıyla yemek konusunda kocaman bir adım attım. Artık domates soslu köfteler, fırında somon, patlıcan kızartmaları, yoğurt çorbası, tas kebabı (actifry!) ile mutfakta yer yerinden oynamaya başladı. Tutabilene aşkolsun.

9 Ağustos 2010

pink amsterdam

Başka bir yerde tanık olabilmemin pek mümkün olmadığı bir etkinlik daha geride kaldı cumartesi günü:Amsterdam Gay Pride.. Dünyada bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda şehirde düzenleniyor sanırım bu tür etkinlikler (wikipedia'ya bakınca bir tek türkiye'ye uğramıyormuş gibi geldi, lüksemburg bile nasibini almış şu olaydan). Hoşgörülü olmalarıyla tanınan, bunun için özel çaba harcayan Hollandalılar için kutlanacak bir olay daha. Kutlanacak ve alkol alınacak. Bütün haftaya yayılan etkinliklerin doruk noktası her Ağustos ayının ilk cumartesi gerçekleştirilen kanal geçidi. Bu sene 80 botun (her bot ayrı bir konsepte sahip) katıldığı geçit için dünyanın her yanından, her yaştan, her tercihten eşcinseller şehre akıyor ve olabildiğince rahat bir şekilde, durumlarından rahatsız olmadıklarını, bundan gurur duyduklarını gösteriyorlar. Bütün kanal kenarı da boydan boya, onları destekleyen ve bu sırada alkol alan Hollandalılar ile dolu doğal olarak. Bir botta Amsterdam polis teşkilatındaki komiserleri görüyorsunuz, sonraki botta drag queen'leri. Gözlüklü, saçları hafif dökülmüş, edepli bir şekilde takılan bir bottan sonra fetiş kıyafetler içinde body salonundan yeni çıkmış bir grup abiyi görebiliyorsun. Başta yapılanlar sanki teşhircilikmiş gibi bir düşünce takıldı kafama, ya da bottakilerin kendilerini bilerek küçük düşürdükleri. Sonradan farkettim ki, sorun da bu zaten: Benim ne düşündüğüm bottakilerin zerre umrunda değil; onlar kendilerini seviyorlar (hatta muhtemelen çoğumuzun kendini sevdiğinden daha fazla).

30 Temmuz 2010

Kaş

Kaş'tan ayrılmak her zaman hüzünlendiriyor beni. 2007 yazında tanıştığım bu cennete, aksatmadan dört senedir gidiyorum her yaz; kimisinde on gün kaldım, kimisinde üç.. Süreden bağımsız olarak, Kaş'ı geride bırakmak her zaman zor geldi.
Daha önce hiç bir yere bu kadar bağlı, bu kadar ait hissetmedim kendimi heralde. Ne irili ufaklı tatil köşeleri, ne de gezerken aşık oldum dediğim şehirler... İstanbul'dan ayrılırken bile hüzün kaynağım şehirden çok insanları geride bırakıyor olmaktı. (gerçi İstanbul'u geride bırakmanın mümkün olduğunu da pek zannetmiyorum; sen ne kadar onun bir parçasıysan, o da o kadar senin bir parçan oluyor.. Amsterdam'da yaşasam bile İstanbul'dan koptuğumu düşünmüyor hiç bir zaman..) Dönüş otobüsünde beni hüzünlendireni bulmaya çalışıyorum her seferinde, tek bir ipucu bile yakalayamadan yenik düşüyorum uykuya. Beni Kaş ile tanıştıran insanlarla geçirilen zaman mı, her an dalabilme özgürlüğü mü, mayo ve terlikle bir cafeye gidip Radiohead eşliğinde bira içebilmek mi, yanık dondurma mı, herkesin az biraz entel takılması mı, önünün Meis arkanın Uyuyan Dev olması mı, kimsenin kendini kasmaması mı?  
Olayım budur belki; Kaş'a yerleşebilmek için çalışmak, sonra da ayrılmamak üzere oraya demir atmak. Çünkü Kaş'tan ayrılmak her zaman hüzünlendirir beni.
Resimleri kartpostal olarak Kaş'tan aldım. İkisi de Tunç Üvendire'ye ait. Daha fazlasına Silkroad Photo Gallery'den ulaşabilirsiniz.

20 Temmuz 2010

olayım ne?


Hayatta gerçekleştirmek istediğim şeylerin listesini yapsam sonu gelmez sanırım. O kadar çok şeyi merak ediyorum, o kadar çok şeyden anlamak istiyorum, o kadar çok sey görmek istiyorum ki.. Biraz maymun iştahlılığa da yol açıyor bu durum, başlayıp da sonunu getiremediğim bir dolu şey var geçmişimde. Ya da sadece temel düzeyde öğrenip bir adım ileriye taşıyamadığım. Hiç bir konuda expert olamamanin eksikliğini hissediyorum ara sıra. Bir konuda çok iyi olmak, A'dan Z'ye her noktasını bilmek ne kadar gerekli ondan da emin değilim aslında. Ama insanın sevdiği işi yapması için başlangıç noktası bu heralde; neyi sevdiğini bilmek, ömrü boyunca neyle meşgul olursa sıkılmayacağından emin olmak. Hala o "şey"i arıyorum ben.

Gerçekleştirmek istediğim şeylerin listesi... Bu listedeki maddelerin bir kısmı tamamen hobi amaçlı, her şeyi bilme dürtümü bastırmak için kovaladığım aktivitelerden oluşuyor. Bir kısmı da benim için onur meselesine, bir amaca dönüşmüş durumda; sanki onları yaşamadan hep bir parçam eksik kalacakmış gibi.

...

Bir liste yaptım ama buraya koymaya elim gitmedi. Listeye bakınca hepsi birbirinden alakasız gibi. Amacım ne benim diye sorasım geliyor.. Kısıtlı zamanımı ve enerjimi hangisine yönlendirmeliyim? Hangileri çaba harcamaya değmez, hangilerinde sonuna kadar gidebilirim? Hala kendi kendime soru soruyorum, cevabını bir türlü veremiyorum.

14 Temmuz 2010

Hup Holland Hup


Geçtiğimiz hafta salı Hollanda - Uruguay maçını Museumplein'de izlemiştik. Maçın ardından ortalık bayram yerine döndü tabi, seneler sonra tekrardan finale çıkmanın heyecanıyla. O gün o kalabalığı görünce finali izlemem gereken belli olmuştu zaten. Pazar günü erken saatlerden hareketlilik başladı şehirde. Herkes dolabından turuncu kıyafetlerini çıkarmış, Queen's Day kreasyonlarına bürünmüştü.  Saat 5 gibi Museumplein'e vardığımda alan neredeyse doluydu zaten, insanlar piknik yaparmış gibi yerleşmişlerdi meydana. Son ses müzik yayını, su gibi akan bira (kasayla bira taşıyanların hastasıyım), susmayan bir vuvuzela gürültüsü, farklı noktalardan başlayan marşlar... şeklinde özetlenebilecek bir manzara. Akşam evde, saat 7 itibariyle meydanın dolduğunu, insalara maçı izlemek için gelmemeleri çağrılarının yapıldığını okuyacaktım internette. Sonrasını anlatmaya gerek yok zaten. Pazartesi günü büyük bir iş gücü kaybı olduğunu söyleyebilirim ama, sabah yollar her zamankinden daha boştu.

Bugün ise milli takımın dönüş kutlamaları vardı, final maçından önce planlanmış bir etkinlik. NS'den (buranın TCDD'si) pazartesi mail gelmişti, bütün Hollanda'yı Amsterdam'a taşıyacağız, görevimiz büyük, her şeyi ayarlıyoruz, kafanız rahat olsun şeklinde. Önce kraliçenin karşısına çıktı bütün takım, daha sonra Amsterdam'da kanal turu, en son da Museumplein'de kutlamalara katıldılar. Böyle fırsatları kollayan Hollandalılar gene sarhoş oldular, gene gürültü yaptılar, gene turuncuydular.

Maç günü gökten 95 bin tane turuncu lale atıldı Museumplein'de
Museumplein'deki coşkulu ikincilik kutlamaları





Resimlerin çoğu Uçan Hollandalı'dan..

29 Haziran 2010

Pearl Jam

Pearl Jam - Goffert Park@Nijmegen - 27.06.2010 - 69 €

Pazar günü bir stadyum dolusu insan Metallica'nın sahneye çıkmasını beklerken, bir park dolusu insan da Pearl Jam için geri sayıyordu. Seçme şansım olsa hangisini seçerdim bilemiyorum (Goffert Park ağır basardı gene sanırım, sonuçta Metallica, Slayer, Manowar gibi babaları önceden izlemiştim, ama bilemedim şimdi). Neyse, konumuz Pearl Jam. Müziğe ortaokulda Nirvana ile başlayan ekiptenim, bizim okul için çok klasik bir hareket. Seattle havalarına çok uzak olmasam da Pearl Jam'i gerçekten keşfetmek için üniversiteyi beklemem gerekti nedense. Halen de bütün şarkılarını ezbere bilmem, die-hard fanları olduğumu da iddia edemem. Güzel müzikten zevk almak için bunlara ihtiyaç yok zaten. 
Konser Nijmegen'da bir festival kapsamındaydı. Amsterdama arabayla 1,5 saat uzaklıkta, hem de pazar günü düzenlenmesi bir ara konseri satmayı zorlattı bana ama havadan free ride çıkınca düştük yola. Diğer gruplar görevlerini yerine getirdikten sonra saat 9 gibi Pearl Jam sahneye çıktı. Konserden önce seyirciden bahsetmek gerek sanırım. Büyük ihtimalle 50 binden fazla kişi vardı. "Ulan her konsere mi 50 bin kişi gidiyo Hollanda'da!" gibi bir izlenim oluşmasın kafalarda ancak festivalin yapıldığı alan bildiğin alabildiğine çayır çimen şeklinde ve tıklım tıklımdı (tr'den bi yeri örnek veriyim dedim ama aklıma park falan bişi gelmedi, 5-6 tane kuruçeşme arena heralde) Yaş ortalaması ise 35'lerde; 10 yaşlarında şarkılara eşlik eden çocuklar ve 60 yaşında kafasında saç kalmamış amcalar yan yana izlediler konseri. Pearl Jam için bişi demeye gerek yok, beklediğime değdi. Eddie Vedder'ın sesi hala olağanüstü (gelmiş geçmiş en iyi erkek vokallerde ilk üçümde, kimseyle tartışmam bu konuyu), 46 yaşında hala rock'n'roll. (günün süprizi ise Ben Harper ile beraber Queen - Under Pressure'ı söylemesiydi.) Konserde elbette her dinlemek istediğim şarkıyı dinleyemedim ama bir sonraki konserlerini heyecanla beklemek için nedenim var diye avutuyorum kendimi. 

Black (1992)

21 Haziran 2010

baştan alalım..


Herşeye alışıyorsun. Zor ya da kolay, eski ya da yeni, uzak ya da yakın farketmiyor aslında. Biraz zaman geçti mi, hiçbir şey yabancı gelmiyor sana. Bahsetmek istediğim Hollanda'da yaşamaya, uzakta olmaya alışmak değil. Tam tersine, bir haftalığına gelsen bile geride bıraktıklarına alışmak. Sanki bu cumartesi tekrar Taksim'e dansetmeye gidicem. Sanki sosis gününü kaçırmamın hiçbir önemi yok, çünkü aynı insanları cuma günü tekrar görebilicem. Sanki özlediğim arkadaşımla gene akşam yemeğinde buluşucam. Sanki cehennem sıcağında karşıya geçerken gene trafikte sıkışıp kalıcam. Bir hafta bile yetip arttı kendimi bu akışa yeniden kaptırmaya. Kendimi köpeğime benzetiyorum: Her eve geldiğinde, seni en son 2 saat ya da 6 ay önce görmüş olsun farketmez, çıkardığı seslerle bunca zamandır nerede olduğunun hesabını soruyor. Ama on dakika sonra her şey normale dönüyor, sanki hep onun yanındaydın, hiç bir yere uzaklaşmamışsın gibi.
Şu bir haftanın sonunda içimde en ağır basan duygu birşeyleri kaçırdığım hissi. Sanki ben orada olsam birşeyler farklı olabilirmiş duygusu. Elindekiyle tatmin olamamanın, kendini kandırmaya çalışmanın bir diğer adı.

6 Haziran 2010

Bon Jovi

Bon Jovi - Scheveningen Beach@Den Haag - 05.06.2010 - 60 €

Yazarken bile şaşkınlığımı gizleyemiyorum: Sanırım dün başıma güneş geçti (güneş gözlüğünün yaptığı amele yanığından bahsetmek bile istemiyorum). Hollanda'da böyle bir şey yaşayacağımı asla tahmin edemezdim. Sonuçta bugün hava gene kapalı, akşama yağmur bekleniyor ama bir günlük de olsa güzel bir değişiklikti. Bon Jovi'ye gelirsek eğer... Konser, daha önceki bir post'umda da bahsettiğim Scheveningen sahilindeydi. Hollandalılar'ın yazları güneş gördüklerinde akın ettikleri bir ortam, uçsuz bucaksız bir sahil. Sonuçta suyun sıcaklığı denize girmeye pek müsait değil ama kumsalda yatmak için güzel bir alternatif. Konser alanı hemen denizin kıyısına düzenlemiş, millet de bikini-mayo-terlik kombinasyonları ile gelmişti genel olarak. Converse-kot-tshirt kombinasyonuyla biraz tezat yarattık ortama. Sahneden 50 bin kişi olduğu anonsunu yaptı Bon Jovi, ne kadar doğru bilemem ama bizim bulunduğumuz noktadan sahnedekileri görmek mümkün değildi. Konser alanı boyunca sağ ve sol tarafa 3'er adet dev ekran kurulmuştu, bütün konseri onlardan takip ettik biz. Alanın büyüklüğü, beynimi eriten güneş, klasikler dışında çoğu şarkıyı bilmemem ve biranın etkisiyle yeteri kadar enerji alamadım ben konserden. Biraz japon turistler gibi hissettim kendimi, Bon Jovi'yi izledim diyebilicem artık (Richie Sambora faktörünü de unutmayalım). Bu arada Jon Bon Jovi'nin yaşlanmadığına dikkat çekti kardeşim, adam hakkaten seneler öncesinin aynısı artı ölümüne karizma. Sırada Pearl Jam var haziran sonunda. Bu arada Tr'ye gelecek olan gruplara baktıkça içim sızlıyor: Ting Tings, Faithless, Massive Attack, komple Sonisphere... Cenabetlik var abi, dedim ben size.

30 Mayıs 2010

azı bitti, çoğu kaldı


Geçen haftasonunu yazacaktım güya, ben kıçımı kaldırana kadar bir pazar günü daha sonlanmak üzere. 3 kelimede özetlemem gerekirse yazmak istediklerimi brüksel, barbekü, park şeklinde kullanırdım bu şansımı. Cumartesi kuzen ziyareti şeklinde brüksele gitmece, pazar günü güzel havaya teşekkür etmek için barbekü (mangal değil dikkatinizi çekerim, iyice havaya girdim burada) ve pazartesi de gene güneşi gören amsterdamlılar gibi parkta piknik ve muhabbet. Bu haftasonum da birazcık geçen haftaya benzesin, gene güzel geçsin diye attım kendimi yollara. Cumartesi sabahtan çıkacaktım güya yola, 12.28 tramvayına zor yetiştim. Yolculuk Leiden ve Den Haag'a. (Den Haag'ın ismini neden hiç bir ülke benimsememiş merak ediyorum. İngilizcede The Hague olarak geçiyor mesela. Türklerin Lahey'i nereden uydurdukları ise sırrını daha uzun bir süre koruyacak heralde.) Leiden klasik bir dutch şehri, önceleri heyecanlandıran kanallar-pazarlar-dar sokaklar artık sıradan geliyor, alışmaya başladım sanırım buraya. Den Haag ise büyük olduğunu hissettiren ama sevimliliğinden bir şey kaybetmeyen bir şehir. Akşam yağmur eşliğinde geri dönülen Amsterdam, aynı Amsterdam. Bugün de sağanak yağmurla evde geçiriyorum maalesef. Üzücü.

Dün buradaki 6. ayımı doldurdum. Tabi ki de nasıl geçtiğini anlamadım, sanki daha dün geldim, zaman ne hızlı akıyor vs. Beklentilerimin karşılanıp karşılanmadığını sordu kardeşim, istediğim pozisyonda olup olmadığımı. Cevap vermesi çok kolay değil. Geldiğime asla pişman değilim, çözemediğim bir problemle karşılaşmadım henüz ama insan tabi ki hep daha fazlasını istiyor. Bir yandan da hayatımdaki öncelikleri görüyorum. Daha önce nelere sahipken, bunları nelere karşı değiştiğimi. Nelere yeterli özeni göstermediğimi, nelere boşa enerji harcamış olduğumu. Yolculuk filmlerinde ana karakterin bu seyahat boyunca yaşadıkları onu başlangıç noktasındaki halinden çok farklı bir noktaya taşır her zaman, artık aynı kişi değildir o. Ben de bir yolculuğa çıkmışım gibi görüyorum kendimi. Varacağım yer belli ama ne şekilde varacağım meçhul.

İki hafta sonra İstanbul'dayım. İstenen bişi varsa bana ulaşılsın yavaştan.

18 Mayıs 2010

Aynen devam


Üzerimde bir cenabetlik olduğundan şüpheleniyodum, artık iyice emin olmaya başlıyorum. Şansızlık, mutsuzluk, bad karma falan değil bildiğin cenabetlik. Bu sonuca varırken geçtiğim yollar:

- Geride bıraktığımız ayların Hollanda'daki son on yılın en soğuk kışı olduğunu söylüyor herkes. Doğru düzgün kar yağmayan ülkede, kar resmen yerden kalkmadı. Aralık'ta başlayan "kar yağsın, bu karlar yağmurla erisin, yağmurlar don yapsın, daha sonra tekrar kar yağsın" şeklindeki döngü ancak Mart ayında son buldu. Bu dönemde edindiğim işe yarar bir bilgi: Eğer elleriniz sütse, soğuktan korumak için nivea nemlendirici krem kullanmanız işe yarıyor. Ben kullanmadım, bir arkadaş anlattı.

- Kar-yağmur-don döngüsünü mart ayında sonlandırmıştık ve baharın gelmesini beklemeye başlamıştık. Bugün mayısın 18'i ve biz bıkmadan beklemeye devam ediyoruz. Haftasonundaki en büyük sevinç kaynağımız en sonunda 15 dereceyi görebilmek oldu (bazıları bununla yetinmedi, giden şampiyonluğa da sevindi, canlarım benim). Hala parkta piknik yapmanın, sabah güneşin odayı doldurmasıyla uyanmanın, işe sadece takım elbiseyle gitmenin hayalini kuruyorum. Ama inadım inat, atkıya geri dönmeyeceğim.

- Gelmeden önce herkes buradaki konser çılgınlığından bahsediyodu. Massive Attack, Radiohead, Arctic Monkeys hepsi mutlaka Amsterdam'a uğruyordu... ben gelene kadar. Daha açıkhavada, onu geçtim büyük bir salonda konser izlemiş değilim. Kendim bir şeyler kovalayarak üç tane konsere gittim, onlar da ancak bana hitap eden isimler. Hala birileri gelecek diye bekliyoruz. Haziranda Bon Jovi ve Pearl Jam konserlerine biletim var ama büyük konuşmuyorum.

- Hollanda'ya giriş yaptığımda kur 2,2873 imiş. Bugün bir euro'nun ederi ise 1,9088.

Ama yok, bu ara keyfim yerinde genel olarak. Hafif bir umursamazlık, bir koy götüne hali. Aynen devam.

15 Mayıs 2010

Kibrit kutusu kadar bir kitap


Zamanın ona zalim davrandığını düşünüyordu; kaçırılan fırsatların yerine yenisini sunmamıştı. Oysa o hep bir adım geriden gelmişti; hep, her şey olup bittikten sonra, eve gittiğinde, keşkeler eşliğinde bulmuştu nerede ne yapması lazım geldiğini. Tek ihtiyacı aynı olayla bir daha karşılaşmak iken, zamanı tekrarlara ikna edemeden kocamıştı. (Mahrem)

Elif Şafak ile ilk tanıştığım zaman lise yıllarım, Bit Palas daha yeni yayınlanacak. Sanırım Mephisto'da, kasada ödemeyi yaparken Küçük Prens ve kitap ayraçlarının yanında mor bir minyatür kitapçık. Kibrit kutusu kadar.. İçinde Bit Palas'ın ilk bölümü, şu ana kadar gördüğüm en güzel kitap reklamı belki de.. O kadar etkilemişti ki beni okuduklarım, kitabın yayınlanmasını dört gözle beklediğimi hatırlıyorum, o mor kapağın altındaki bütün hikayeyi merak ettiğimi..

En sahici dostluklar ortak varlıklar üzerine değil, ortak yoksunluklar üzerine kurulanlardır. Aynı şekilde zengin, benzer biçimde mesut olanların yakınlıkları sabun köpüğü gibidir, uçar. Ortak hüzünler, ortak arızalardır esas yakınlaştıran, yaklaştıran. (Med-Cezir)

Bit Palas'taki hikaye, kurgu, karakterler... Bunca zamandır nasıl haberim olmamıştı bu yazardan, kimseden de duymamıştım henüz? Arayı bir an önce kapatmalı diye saldırmıştım Pinhan'a, Mahrem'e, Şehrin Aynaları'na.. Hepsinde aynı etkileyici anlatım eşliğinde ayrı bir tat.. Hayatının bir kısmını yurtdışında geçirmiş, farklı ülkelerde büyümüş birinin dilinin, anlatımının bu kadar olgun olmasına şaşırıp kalıyorum.

Geçmiş, bugün, gelecek...hepsini peş peşe dizip dümdüz bir çizgi çiziyoruz. Bu yüzden geçmişin geçip gittiğine, geleceğin henüz gelmediğine inanıyoruz. Ve en kötüsü, zamanı önceden çizdiğimiz bu dümdüz çizgide yürümeye mecbur tutuyoruz. Ama belki de o burnunun ucunu göremeyecek kadar sarhoştur. Belki de düz çizgilerle ilgisi yoktur zamanın. Kocaman bir çemberdir. (Mahrem)

Araf'ın yayınlanması ile hayranlığım daha da artıyor Elif Şafak'a. Artık popüler yazar kulvarına da iyice girmiş durumda, televizyonda görüyoruz onu, söyleşilerini okuyoruz gazetelerin kitap eklerinde. Zaman geçmeye devam ediyor, Baba ve Piç'i pas geçiyorum ben de (popülerliğe tepki mi kestiremiyorum hala). En son yazın annem doğumgünü hediyesi olarak Aşk'ı veriyor bana, gri kapaklı olanını. Gene hayran kalıyorum anlatımına, karakterlerini konuşturmasına, kurguda bir o zamana bir bu zamana atlamasına. Çeşme'de şezlongda yatan herkesin yanında bir adet Aşk olması neler hissettiriyor bana, bilemiyorum.

Yaşadığımız hayat elimize tutuşturulmuş rengarenk emanet bir oyuncaktan ibaret. Kimisi o kadar ciddiye alır ki oyuncağını ağlar, perişan olur onun için. Kimisi eline alır almaz kurcalar oyuncağı, kırar parçalar.Ya aşırı kıymet verir ya kıymet bilmeyiz. (Aşk)

En son 2009'un en çok kazanan yazarları listesinde görüyorum kendisini, 1 numaraya yerleşmiş.. Bu durumu görünce ne demek gerekiyor, popülerliğin gözü kör olsun mu? Ermeni soykırımını uluslararası boyutta dile getirmesinin sonucu mu bu yoksa? Orhan Pamuk da Nobel ödülünü böyle almıştı zaten dimi?

Her insanın etrafında bir renk halesi vardır. Seninkini biliyor musun? (Bit Palas)

10 Mayıs 2010

maksat güvercinler doysun..


Amsterdam'a gelen birinin ilk gördüğü şey koca bir şantiye. Şehrin her yanında ayrı bir kazı, ayrı bir restorasyon projesi devam ediyor. Dümdüz uzanan şehrin silüetindeki yegane çıkıntılar vinçler... İnsanların şehirle ilk karşılaştığı tren istasyonu ve çevresi bile kazılmaktan bitap düşmüş vaziyette, 2012'ye kadar devam edecek bir restorasyon ve metro inşaatının işgali altındalar. Hadi biraz uzaklaşayım, şehrin göbeğine gidiyim dediniz, istikamet Dam meydanı. Royal Palace'ı görmek için bakınan gözler koca bir bina ve bütün yüzünü kaplayan iskelelerden başka bir şey göremiyor maalesef.

Bugünlerde ise şantiye ufaktan bir çöplüğe de dönüşmeye başladı. Maaşlarının ve çalışma koşullarının düzeltilmesini isteyen temizlik görevlileri 6-12 mayıs arası iş bıraktılar. İşsizlik maaşından sadece 100 eur fazla aldıklarını duyunca hak vermemek elde değil. Amsterdam gibi bir şehirde bunun etkisi büyük oluyor haliyle. Sokakları en efendi tabirle bok götürüyor, bütün çöp tenekeleri taşmış vaziyette, ağaçların altında çöp dağları oluşmaya başladı. Belediye ise acil bir durum olmadığı sürece müdahale etmemeye karar vermiş, aferin onlara.  Bu durumdan en mutlu olanlar ise Amsterdam'ın kocaman güvercinleri, karınları hiç olmadığı kadar doyuyor bugünlerde.

8 Mayıs 2010

God Is An Astronaut

God is an Astronaut - Kade@Zaandam - 07.05.2010 - 22:00 - 12 €

Geldiğimden beri konser sezonu başlamadı bir türlü.. Etrafımdakiler Radiohead'in Amsterdam'daki son konserinin ne kadar muhteşem olduğundan, Massive Attack en son geldiğinde ne kadar eğlendiklerinden bahsediyorlar, ben de mahzun bir şekilde onları dinliyorum. Bu konuya daha sonra geri dönücem. Dün akşam Hollanda sınırlarındaki üçüncü konserime gittim (Sunn O))) ve Ulver'den sonra). God is an Astronaut'u gelmeden önce İstanbul'da da izleme şansım olmuştu, bu yüzden iki ülke seyircisini de karşılaştırabildim, kazanan çoktan belli zaten. Konser Zaandam denen, Amsterdam'ın mahallesi mi, ilçesi mi belli olmayan (muhit daha doğru bir kelime olabilir, süprizlere daha açık), trenle 15 dakika mesafede bir yerdeydi. Muhtemelen muhitin tek konser salonu olan mekanda taş çatlasa 50 kişilik bir kalabalık. Sağolsun onlar da odun gibi konser izlemek kavramının kafamda oturmasına yardımcı oldular.
God is an Astronaut, post-rock tarzında (last.fm diyo, ben demiyorum) farklı bir şeyler yapabilen bir grup. Türün en bilinenlerinden Mogwai, Mono, GYBE vs ile kıyaslanınca farklı bir noktada duruyorlar. Hem daha fazla distortion, hem de sample'lardan daha fazla destek. Bütün post-rock gruplarındaki melankolik hava onlarda da var fakat şarkılarındaki enerji ile bunu bir nebze maskeleyebiliyorlar. 75 dakikalık konserde, sahnede de bu enerjiyi yaratmayı başardılar, odunlardan alan olmadı ancak. Onlar da çok zorlamadan konseri bitirip gittiler. İstanbul ile kıyaslayınca buradaki konser çok sönük kaldı doğal olarak. İstanbul'da konser yapılabilecek en dandik mekanlardan olan Jolly Joker'da, seyirciden aldıkları elektrik ile muhteşem bir konser izletmişlerdi; Zaandam konseri ise atmosfer açısından sadece sıradandı. Burada herhangi bir görselin olmaması da büyük eksi tabii ki. Gene de ikinci defa izledik abileri, 2 cd'lerini alarak maaşlarına da katkı da bulundum, o yüzden gece çok rahat uyudum.

Echoes
The End of the Beginning
Route 666
Radau

1 Mayıs 2010

İyi ki doğdun Beatrix!!

Dün güzel bir gündü, hem de çok güzel. Kendi doğumgünlerimde bile bu kadar eğlendiğimi hatırlamıyorum. (Geçen senekini ayırmalı aslında; lise ve mba'den harika bir ekip, önce içmece, sonra kareoke..) Bizimkilerin Köninginnedag dedikleri, diğer herkesin Queen's Day diye bildiği günü kutladık sokaklarda. Yüz elli yıldır devam eden bir gelenek, Hollanda kraliçesinin doğum günü bütün ülke tarafından sarhoş olunarak kutlanıyor. Aramızda geyik döndü, bizde de başbakan çıkıp "doğumgünümü ağır alkolle kutlayın" dese onu sevmeye başlar mıyız diye. Karar veremedik.
Perşembe akşamından, Köninginnenacht'tan itibaren içmeye başladık zaten. Bütün hafta güneşli giden hava, bu akşam yağmurda karar kılmıştı her nedense.. Utrecht sokaklarında sağanak yağmurdan kıyıda köşede saçak altına sığınarak içtik biralarımızı. Meydana benzeyen her ufak köşede bir bira satış noktası, karşısında DJ kabini, son ses müzik, kimi birayla sarhoş olmuş, kiminin kafası dumanlı... Küfür yok, taciz yok, herkesin yüzü gülüyor, herkes eğleniyor. TR'de buna en yakın sokak eğlencesi, yılbaşında Taksim meydanı, karşılaştırmak bile komik.

30 Nisan'da Amsterdam'dayız tekrar. Aslında mevcut kraliçe Beatrix'in doğumgünü 31 Ocak. Hava soğuk olur, dışarda içip sıçamaz insanlarım diyerekten annesinin doğumgünü olan 30 Nisan'da kutluyor o da doğumgününü. Neyse, akşamdan kalmanın verdiği yorgunlukla 3'e doğru çıkabiliyoruz dışarı. Sokaklarda herkes tezgah açmış, evde kullanmadıkları ikinci el eşyaları satıyorlar. Merkeze doğru işin rengi değişmeye başlıyor. İnsanlar çoktan sarhoşluk rotasına girmişler. Herkes turuncu bişi geçirmiş üzerine, bizim t-shirtler kesmedi, şapkayla tamamladık kreasyonumuzu. Sokaklarda insan seli, bunca kişi normalde nerede diye şaşkınlık geçiriyoruz. Sadece sokaklar değil, kanallar da tıklım tıklım. Kimi teknesine kurmuş ses sistemini, geçmiş DJ kabinine, teknedekileri coşturuyor. Kimi konsept parti veriyor teknesinde, seks klübü üyesi olduklarını tahmin ettiğimiz taş ötesi abi ve ablalar polis üniformalarıyla dans edip izleyenleri selamlıyorlar. Her köşede bir portatif pisuvar, herkesin elinde bir Heineken six-pack. Her köşeden aralıksız müzik yayını. Utecht gibi burda da herkes mutlu, herkes eğleniyor.
Beatrix'cim, canım benim, doğum günün kutlu olsun tekrar. Umarım performansımızdan memnun kalmışsındır. Seneye görüşmek üzere. Kendine iyi bak.

18 Nisan 2010

bir daha ne zaman görebilirim seni sevgili güneş?



Herkesin olduğu gibi benim de uzun bir süredir beklediğim an geldi. Güneş çıktı en sonunda bulutların arkasından ve Amsterdamlılar'ı parklara gitmek üzere yola çıkardı. Ben de yerimi aldım tabii ki. Kahvem ve kitabım ile beraber. Boğaziçi'nin çimlerinde yatmak, sıcacık güneşin altında mayışmak neymiş hatırladım tekrardan. Delft'teki barbekü partisini kıçımı kaldıramadığım için pas geçmek durumunda kaldım, insan öğlen 1'de hala pijamalarıyla yatakta kalvaltı ederken her yere yetişemiyor doğal olarak.
Bunu daha önce de yazmıştım sanırım ama tekrar tekrar keşfediyorum burada, güneş benim için olmazsa olmaz bir şeymiş. İnsana yataktan çıkmak için bir neden veriyor sanki. İki gündür elle tutulur yaptığım tek şey bisikletimin selesini (Selle Royal) değiştirmek olsa da, hiç pişman değilim. Güneş bana "Senin bişi yapmana gerek yok. Parkta keyfine bak sen, gerisini ben hallederim" diyor, ben sadece onu dinliyorum.

9 Nisan 2010

lensleri çıkarma vakti

Geri geldiğimden beri bir yorgunluk, bir ağırlık üzerimde. Saat 11 oldu mu, gözler kapanmaya başlıyor. İstanbul'daki koşturmacanın acısı çıkıyor sanırım. Öğlenleri uyuyabilenleri çok kıskanırım, benim bir türlü beceremediğim bir şey. Ancak çok uykusuz ya da sarhoş olacam ki içim geçecek. İstanbul'da bulunduğum dört günde üç defa öğle uykusuna yattım, ikisi aynı gün içinde. Dönüşte sabah altıdaki uçuşumda da, uçağın kalktığını dahi farketmedim. Uykuya hasret kalmak böyle bişiymiş. Bir daha böyle kısa süreli gelmeyi düşünmüyorum artık. Ben sürekli bir yerlere yetişmekten sefil oluyorum, görüştüklerim de onlara yeterli zaman ayırmadığıma bozuluyorlar. Bilmiyorlar ki hayatımın en planlı dört gününü yaşadım. Ama sonuçta ne bana, ne de başkalarına yetmeyen bir dört gün. Haziran'da bir haftalığına geliyorum, herkes kendini hazırlasın.

31 Mart 2010

heyecan


Midye dolma, efes, simit, manzara, beyaz peynir, araba kullanmak, rakı, çöp şiş, taksim, kokoreç, Gazoz, bulgur pilavı, akbil, güneş, inci profiterol, nargile, patlıcan salatası, vapur, babane tostu, nevizade, kestane şekeri... bişi unuttum mu acaba??

29 Mart 2010

amsterdam'da bir melek

evin kapısını açtığımda içeride birisini bulmayı özlemişim, "günün nasıl geçti?" sorusunun tahminimden öte bir anlamı varmış. ev yemeklerini özlemişim, kızartmanın hayatımda büyük bir yeri varmış. derli toplu minimalist bir evi özlemişim, işime yaramayan fazlasıyla eşyam varmış. annemle kahve içmeyi özlemişim, konuşacak ne kadar çok şey varmış.

17 Mart 2010

patlıcan kızartmayı özledim

Son yazıyı yazdığımdan beri gidip geliyorum. Bir yukarı, bir aşağı.. En sonunda bu hafta dengemi buldum tekrardan. Haftasonu gelecek misafirimin, yüzünü arada sırada gösteren güneşin, havanın bere takmayacak kadar ısınmış olmasının (atkıdan kurtulmak için can atıyorum) etkisi var tabi ki bunda. Geldiğimin ilk günü söylemişlerdi, "6 ayı geçirdikten sonra tadını çıkarmaya başlayacaksın.." diye, neredeyse dört ayı geride bıraktım. Her neyse, nisan için siparişi olanlar yavaştan ulaşmaya başlasın bana. İlk stroopwafel siparişimi aldım bile.

27 Şubat 2010

end of an era..


Alkazar Sineması kapanıyormuş. İtü'de okurken, ders bitince kampüste daha fazla kalmak için bir nedenim olmazdı, ben de kendimi Taksim'e atardım. İçip sıçmak amacıyla değil -öğlen de içilebilir tabi, neden olmasın-, sinemaya gitmek için. Sinemanın sanat olduğunu daha yeni anladığım dönemler, Kitano'nun Dolls'unu izleyip ağzım açık salondan çıktığım zamanlar. Neyse, Alkazar da duraklarımdan birisiydi. Dogville, Oldboy, Pan's Labyrinth, Battle Royal, Cache, Barbarların İstilası, Boş Ev, Gegen Die Wand hep orada izlendi..

Kapılarını kapatan sadece Alkazar değil maalesef. Pes turnuvalarına, poker gecelerine ev sahipliği yapmış, yatacak yeri olmayanlara kucak açmış, kavgalı risk oyunlarına tanık olmuş, duvarları dart oklarıyla delinmiş, biranın yanında çikolata yiyenleri görmüş, en kral tiramisulara mutfaklık yapmış, en yakın dostlarımızı defalarca ağırlamış, Boğaziçi'nin hemen yanında muhteşem üç sene geçirmemizi sağlamış olan Dilek Apartmanı daire 9, mart sonu itibariyle hizmet sektöründen çekiliyor. Salondaki minderlere son bir kez daha yatmak, Murat'ın ayna  için duvara çaktığı öksüz çiviye son bir kez bakmak, o ufak mutfağa tekrar beş kişi toplanıp bira muhabbeti yapmak, son kez elektrik oyunu oynamak isterdim ama ne yapalım. Canım gerçekten çok sıkkın...

21 Şubat 2010

NL-TR hattı


Sabahları işe geldiğimde yaptığım ilk şey önce Outlook'u açmak, (gelen mailleri umursamadan) hemen sonra da Radikal gazetesini okumak. Istanbul'da da bu şekildeydi, burada da geleneği bozmuyorum. (Bu arada Hollanda ile ilgili hiç bir güncel gelişmeden haberdar olmadığımı farkettim, martta yerel seçimler varmış mesela, bir de daha yeni koalisyon hükümeti dağılmış. Şu aşamada bu taraf ilgimi çekmiyor sanırım. Ayrıca buranın gündeminin tr'ye göre çok daha sıkıcı olduğuna eminim..). Hem ayılmam için biraz daha vaktim oluyor, hem de tr'den çok uzak kalmamış oluyorum.
Tr'nin gündemini Istanbul'dayken bile takip etmek emek istiyordu, burada ise gözden kaçan bir sürü haber oluyordur eminim. Ancak bu hafta okuduğum haberler ve yaşanan gelişmeler, hem gözden kaçamayacak kadar büyük, hem de tr gibi her şeye ama her şeye aliştığımız bir yer için bile fazla uçuk. Yaşananlardan bihaber olanlar Radikal'de bugün başlamış olan yazı dizisine göz atabilirler.
Hiç bir zaman "en büyük Türkiye!" formatında biri olmadım, gurbetçi olduktan sonra da herhangi bir şey değişmedi benim tarafımda. İnsanların seçme şanslarının olmadığı bir konuda nasıl bu kadar heyecanlanabildiklerini de anlamıyorum. Gene de son yaşananlara bakınca üzülmeden edemiyorum. Hukukun bu kadar laçkalaştığı, insanların iki kutuptan birine taraf olmaya zorlandığı, açılım için Seda Sayan'a umut bağlanıldığı, 69 gündür sokakta haklarını arayanların duymazdan gelindiği ve bütün bunların bir ay sonra unutulmuş olacağı bir yerde yaşamayı kimse haketmiyor bana kalırsa. Ya da tam tersine, "canım Türkiyem" bunu hakettiği için vaziyet bu.

20 Şubat 2010

Ben bugün güneş gördüm


En sonunda güneş yüzünü gösterdi bugün. Sabah yatakta uyku ve uyanıklık arasında gidip gelirken yüzümde güneşi hissetmek bir anda mutlu olmama yetti. O kadar uzun zaman olmuş muydu güneşi görmeyeli hatırlayamıyorum. Güneşin verdiği gazla mutlu ve enerjik bir şekilde başladım güne. Hemen bir duş ve kahvaltı falan etmeden attım kendimi dışarı. Hafta içinde kafaya koymuştum, pazardan alışveriş yapacaktım. Evimin iki sokak paralelinde Amsterdam'ın en büyük açık hava pazarı -Albert Cuyp- kuruluyor. Gene kıyaslamamızı yapalım biz; Albert Cuyp dediğimiz maksimum 300 metre uzunluğunda bir sokak pazarı, sokağın her iki tarafında tezgahlar kurulu. Salı Pazarı ile falan kıyaslanacak bi yani yok yani, onun daha organize ve sessiz-sakini. Peynir, deniz ürünleri, çiçek, taze meyve-sebze, kuruyemiş, çikolata, kıyafet, bisiklet vs. bulabiliyorsunuz. Albert Heijn'a (buranın Migros'u) alternatif olamasa da, haftada bir uğranıp taze ürünler ile hayata tat katılabilir. Ben de bu haftama bir çeşit otlu peynir, iki demet sarı lale, brüksel lahanası, yeşil fasulye (zeytinyağlı fasulye zorlayacam) ve stroopwafel ile renk katmaya çalıştım.
Ben bu yazıyı bitirene kadar tabiki de hava kapadı ve yağmur başladı gene. Hollanda'nın havası için kelimeler gerçekten yetersiz.