26 Eylül 2010

ev-ben-keyif

Son iki haftasonunu misafirlerimle geçirdikten sonra evden hiç çıkasım gelmiyor. Özlemişim evde boş oturmayı, kahve hazırlayıp kitap okumayı, sıkılınca dizi izlemeyi.. Kanepem hiç kapanmasın derken, nereden çıktı bu yalnızlığa özlem? Farkettim ki geride kalan on ayda fazlasıyla alışmışım yalnız yaşamaya. Bekar evi konsepti değil bu, Boğaziçi'ndeyken kardeşlerimle en güzel bekar evini kurmuştuk beraber. Biraz kimseye karşı sorumlu olmama, biraz dört duvar arasında tamamen özgür olma, biraz da canın ne çekiyorsa onu yapma. Ev bakarken birinin yanına mı çıksam diye az da olsa düşünmüştüm, verdiğim kararın doğruluğunu şimdi daha çok anlıyorum. Bu konfora bu kadar alışmak ne kadar doğru bilemiyorum ama madem şartlar bunu gerektiriyor, bari bir süre tadını çıkarayım.

Fotoğraf, Bas Jan Ader'e ait.

Korn

Korn - Heineken Music Hall@Amsterdam - 19.09.2010 - 42€

13 Eylül 2010

kanepemde biri mi var?


Nüfus kütüğünü buraya aldırma konusundaki yoğun kulis faaliyetlerimiz henüz bir sonuç vermese de, ailenin yarıdan fazlasını Ağustos ayı içinde Hollanda'ya taşımış olduk. Bu senenin Şubat'ında yaptığımız üçlü buluşma artık haftasonlarının sıradan aktivitesi. Amsterdam-Delft hattındaki trafik geçen seneye göre daha da artacak. Artık orada da yatacak bir ev olduğuna göre bana da Delft yolları gözüktü sanırım.

Bu sıralar İstanbul-Amsterdam trafiğinde de yoğunluk var. Geçen hafta gelen arkadaşlarımla İstanbul ortamını kısa bir süreliğine de olsa buraya taşımış oldum. İşin fena şekilde baydığı bu dönemde cankurtaranım oldular. Amsterdam'ın sunduğu bütün olanakları gösterdim kendilerine, onlar beğendiklerini seçip yediler. Emeği geçenlere teşekkürler. Bu hafta ise annemin yolu düşüyor bu sonbaharı bile soğuk ülkeye.

Yeni sezonda bu tür hareketleri daha sık görmek istiyorum.. Mesaj alınsın lütfen..

1 Eylül 2010

Valencia - Barcelona


Bundan tam 7 sene önce gene Valencia'daydım. O zaman domates festivali aşkına gelip bir gün kalmıştık. Bu sefer Iron Maiden aşkına düştüm yollara ve gene aynı yerdeyim. İlk seferden sadece yediğim paella ve arenada antreman yapan matador çırakları kalmıştı. Bu defa şehir daha bir oturdu kafamda, bunda konser dönüşü hostele kadar 50 dakika yürümenin de katkısı inkar edilemez.

İstanbul'dan sonra neredeyse bütün avrupa şehirleri küçük geliyor insana; Valencia, Amsterdam'a göre bile küçük. Pazar günü olduğu için şehir bomboş, sıcaklık 35 derece olunca da kimse adımını atmıyor dışarı, benim gibi turistler hariç. Turist olmayan Valencialılar'ı da ellerindeki yelpazelerden tanıyorsunuz hemen, erkek ya da kadın farketmiyor. Pazar günü olmasının getirdiği bir sorun da bütün dükkanların kapalı olması, açık bir süpermarket dahi bulamamak. Buradan hareketle avrupanın en büyük sorunun bakkal konseptinin eksikliği olduğunu farkediyorum (götü boklu dolaşmaları zaten kanayan bir yara). Ben market alışverişi yaparken eve bira taşımak istemiyorum, canım istediği zaman gidip köşedeki bakkaldan alabilmeliyim. Akşam 10'dan sonra aç kaldım mı stresine kapılmamalıyım, köşedeki bakkalda makarnanın asla bitmeyeceğini bilerek rahatlamalıyım. Paella'mı yerken aklımdan geçenler bunlardı işte.

Şehir deniz kenarında olmasına rağmen sırtını denize dönmüş durumda, şehir merkezi oldukça içeride yer alıyor. Plaja gitmek dışında herhangi bir şekilde deniz kenarına yolları düşmüyor sanırım. Bu durum Barcelona'ya varınca değişiyor tabi ki. Denizin kenarına kurulmuş, devasa bir akdenizli şehri Barcelona.
7 sene önce interrail'ın sonunda 30'uma kadar Amsterdam'da, 30-60 arası Barcelona'da, geriye kalan bir zamanım olursa da Venedik'te yaşamanın ideal olduğuna karar vermiştim. O Barcelona'ya 30'umdan önce tekrar geri dönüyorum, son kontrolleri yapmak için. Şehre adım atar atmaz bir kaosun içine düşüyor insan, büyük şehir kaosunun içine. İstasyonda, metroda, sokaklarda insan seli.

Hollanda'dan sonra servis kalitesi bir anda yükseliyor İspanya'da. Çalışanlar bir gıdım ingilizce bilmemelerine rağmen seni anlamaya çalışıyorlar, karşılıklı olarak eller kollar sürekli bir şeyler anlatmaya çalışıyor, yüzler sürekli gülüyor. Hollanda'ya göre bir artıları da konuştukları dil tabi ki. Dutch denen azaptan sonra İspanyolca kulağıma mükemmel geliyor, öğrenme gazım tekrardan nüksediyor. İspanya'nın bir diğer artısı da insanlarının özellikle güzel olmaması. Kara kuru, senin-benim gibi tipler. Hollanda'dan sonra insan kendini normal hissediyor.

Bir de tapas olayı var tabi ki. Fast food gibi atıştırmaya da uyuyor, rakı-meze takılır gibi aheste aheste yemeye de. Gittiğim bir tapas barda, bir yanımdaki adam 45 dakika boyunca yerinden kalmıyor. Bu süre içinde yaklaşık 5 parti yemek sipariş ediyor, her seferinde max 2 parça bir şey. O 2 parçayı yiyor, birasını yudumluyor, gazetesini okuyor. Bir 10 dakika sonra diğer partiyi istiyor. Bu şekilde yavaş yavaş karnını doyuruyor eleman. Diğer yanımdaki muhtemelen iş adamı. Geliyor, 2 parça sipariş ediyor, hızlıca atıştırıyor, üzerine "cafe solo"sunu çakıyor ve kalkıp gidiyor. Benim deneyimim ise alakasız tapas tercihleri üzerine kurulu. Öğle vakti, tavsiye üzerine gittiğim bir tapas barda, bara oturuyorum, kalamar ve biramın tadını çıkarıyorum. Bitince garson tatlı isteyip istemediğimi soruyor. Yeni bir şeyler deneme gazıyla menüden bilmediğim bir şey seçiyorum ve önüme ekmek üzeri ançuez geliyor. Nasıl bir midesiz diye düşündüklerine eminim.