18 Nisan 2010

bir daha ne zaman görebilirim seni sevgili güneş?



Herkesin olduğu gibi benim de uzun bir süredir beklediğim an geldi. Güneş çıktı en sonunda bulutların arkasından ve Amsterdamlılar'ı parklara gitmek üzere yola çıkardı. Ben de yerimi aldım tabii ki. Kahvem ve kitabım ile beraber. Boğaziçi'nin çimlerinde yatmak, sıcacık güneşin altında mayışmak neymiş hatırladım tekrardan. Delft'teki barbekü partisini kıçımı kaldıramadığım için pas geçmek durumunda kaldım, insan öğlen 1'de hala pijamalarıyla yatakta kalvaltı ederken her yere yetişemiyor doğal olarak.
Bunu daha önce de yazmıştım sanırım ama tekrar tekrar keşfediyorum burada, güneş benim için olmazsa olmaz bir şeymiş. İnsana yataktan çıkmak için bir neden veriyor sanki. İki gündür elle tutulur yaptığım tek şey bisikletimin selesini (Selle Royal) değiştirmek olsa da, hiç pişman değilim. Güneş bana "Senin bişi yapmana gerek yok. Parkta keyfine bak sen, gerisini ben hallederim" diyor, ben sadece onu dinliyorum.

9 Nisan 2010

lensleri çıkarma vakti

Geri geldiğimden beri bir yorgunluk, bir ağırlık üzerimde. Saat 11 oldu mu, gözler kapanmaya başlıyor. İstanbul'daki koşturmacanın acısı çıkıyor sanırım. Öğlenleri uyuyabilenleri çok kıskanırım, benim bir türlü beceremediğim bir şey. Ancak çok uykusuz ya da sarhoş olacam ki içim geçecek. İstanbul'da bulunduğum dört günde üç defa öğle uykusuna yattım, ikisi aynı gün içinde. Dönüşte sabah altıdaki uçuşumda da, uçağın kalktığını dahi farketmedim. Uykuya hasret kalmak böyle bişiymiş. Bir daha böyle kısa süreli gelmeyi düşünmüyorum artık. Ben sürekli bir yerlere yetişmekten sefil oluyorum, görüştüklerim de onlara yeterli zaman ayırmadığıma bozuluyorlar. Bilmiyorlar ki hayatımın en planlı dört gününü yaşadım. Ama sonuçta ne bana, ne de başkalarına yetmeyen bir dört gün. Haziran'da bir haftalığına geliyorum, herkes kendini hazırlasın.