19 Nisan 2012

dede yadigarı meslek



Finans sektöründe çalışan (bankacı demeyi kendime yakıştıramıyorum) biri olarak işimden maaş dışında bir beklentim yok, paradan para kazanırken manevi tatmin ve bir işe yarama duygusu peşinde koşmanın beyhude bir çaba olduğu açık. Bende ikisi birden eksik ama zaten hepsine aynı anda kim sahip olabiliyor ki? Bir elin parmaklarını geçmeyen sayıda meslek grubu geliyor aklıma sadece.

Doktorluk, dede yadigarı bir meslek bizim ailede. Dede, baba, anne, dayı, hala, enişte derken bizden önceki kuşak neredeyse komple doktor çıkmış her iki tarafta da. Bir sonraki, bizim kuşakta kaç doktor var dersek: Sıfır, çünkü doktor olmamamız bizden özellikle rica edildi. Yasak meyve olmasına rağmen ailede hiç kimse bu yasağın cazibesine kapılmadı, büyüklere inat doktor olma hayali peşinde koşmadı. Eğer koşsaydık, ektiğimizi ne maddi, ne de manevi biçemeyeceğimizi daha çocuk yaşta öğrenmiştik çünkü.

Dediğim gibi, daha çocukken komplikasyonun anlamını, malin tümörün iyi mi kötü mü olduğunu, hastanın ex olmasının ne anlama geldiğini öğrenmiştik. Ne bana, ne de kardeşlerime kimse oturup açıklamadı bu kelimeleri. Yemek sofrasında, sohbete fazla katılmayan babamın, ameliyat ettiği bir hastada komplikasyon geliştiği için keyfinin olmadığını duyduk kardeşlerimle. Ya da annemin, yoğun bakımda yatan bir hastası ex olduğu için yemek bile yemeden yatmaya gittiğini gördük.

Onlar hastalarına bu kadar değer verirken, kliniğin camını çerçevesini aşağı indiren, küfürleriyle duvarları inleten hasta yakınlarını duydukça, işlerini nasıl/neden bu kadar sevdiklerini düşünüp durduk. Meğer saflığımızdan orada durmuşuz biz, ülkedeki ufak beyinli ruh hastalarının varlığını bilmediğimiz için. Yakını hayatını kaybedince tedaviyi yapan doktoru öldürmeyi mantık süzgecinden geçirebilen insanların nefes aldığını tahmin edemediğimiz için durmuşuz.

16 Nisan 2012

Budapeşte - Viyana


Turist olarak gittiğim şehirleri gezerken kafamda bir plan olsun isterim. Hangi gün neyi göreceğimi kabaca bir programa koymayı severim. Bu sefer ne oldu da bu kadar şuursuz yakalandık anlamadım. Cumartesi sabah 7'de Viyana'ya uçağımız var ve cuma akşamı saat 9'da, ertesi gün Budapeşte'deki otelimize nasıl gideceğimizi düşünmeyi ancak akıl ediyoruz. Otobüs, tren ve araba kiralama arasında gidip geldikten sonra kararımızı veriyor: Viyana'da bakarız artık. Neyse ki otobüste yer var, yoksa Budapeşte'yi programdan çıkarma opsiyonu bile geçiyor aklımızdan. İki buçuk saatlik yoldan sonra şehir merkezindeyiz. Para bozdurma işi en başından itibaren can sıkıyor. 5.000-10.000 Forint'ler havada uçuşurken, neye ne kadar harcadığımız anlamını hızlıca kaybediyor.


Şehrin kasvetli havası yağmurun başlaması ile daha da artıyor, karanlık binalar daha da kararıyor. İkinci Dünya Savaşı, komünist dönem, liberal ekonomiye geçiş... Bu kasvet hangisinden geliyor belli değil. En çok göze çarpan ise komünist döneme duyulan nefret. Öyle bir nefret ki, Ronald Reagan'ın gerçek boyutlardaki heykelini yapıp bir meydana dikmeye kadar varmış. Bunca acıya rağmen, tarihi ve geçmişi reddetmeden bugünü yaşıyorlar. Tuna nehrine attıkları yahudilerin ayakkabıları da, kömünizme direnenlerin yırttığı Macar bayrağı da şehrin tam kalbinde kendine yer buluyor.


Kasveti ve yağmuru geride bırakarak Viyana'ya doğru yola çıkıyoruz, bizi karşılayan ise ihtişam ve serpiştiren kar oluyor. Roma'da hissedilen tarihi şehir duygusu burada da çok tanıdık, tek fark Roma'da binlerce yıl geçmişe gidilirken Viyana'da bir kaç yüzyıl geriye uzanabiliyorsun. Sanki koca şehir onca yıla meydan okumuş, aristokrat yanından hiç bir şey kaybetmemiş gibi. 


Bütün rehberler Viyana'da yapılması gereken iki şeyden bahsediyor: Klasik müzik konserine/operaya gitmek ve bir cafe'de oturup etrafı kesmek. Sadece bunları okuyunca bile Viyana'yı burjuva hayat tarzının tavan yaptığı bir şehir olarak hayal etmek pek de yanlış olmuyor aslında. Acaba bütün şehir "beyaz Avusturyalılar" dan mı oluşuyor diye soruyoruz kendi kendimize.