25 Aralık 2011

Endülüs


Eskiden Antalya'nın sokakları portakal ağaçları ile doluymuş. Şu an palmiye ağaçlarının süslediği cadde kenarlarında, üzerlerinde meyveleri toplanmamış portakal ağaçları büyürmüş. Hayal etmesi zor ama Antalya'nın geçmişini Seville günümüzde yaşamaya devam ediyor. Belki gittiğimiz dönem güzel denk geldi ama hiç bir şehrin ağaçları bu kadar sempatik gözükmemişti gözüme.


Akdeniz insalarının farklı olduğuna inanmış biri olarak Güney İspanya'daki suratsız yerel halkı, bu coğrafyanın yüz karası olarak görüyorum. Utanmasam Hollanda'daki servis anlayışının daha başarılı olduğunu idda edeceğim ama daha bir senem olduğu için büyük konuşmak istemiyorum. Kafamdaki ispanyol imajına bok sürdürmemek için biz sempatik (ve maymun) durumuna düştük adamlara karşı. Menüdekileri saçma sapan bir ispanyolca söyleyebilmek için barda kendimizi paralıyoruz, garsonun umrunda değil, en ufak bir tebessüm bile yok. Kızartma bir tapas ısmarladığımızda, "o uzun sürer, siktir et onu şimdi" demesi son noktaydı heralde.


Akşam El Clasico'yu izlemek için bir bar arıyoruz kendimize. Erkenden bir masaya yerleşip bütün akşamı garantiliyoruz. El Clasico öncesinde Seville takımı Real Betis, Valencia'ya karşı. 90 ve 90+2'deki iki golle gelen galibiyet sonrasında bar deyim yerindeyse yıkılıyor. Sırada beklediğimiz maç var ama kimi tuttuğumuzu ne kadar belli etmemiz gerektiği konusunda kafamız karışık. Gezinin ilk gününde Seville apaçileri tarafından tartaklanmak istediğimiz son şey. İlk dakikada gelen Real Madrid golü sonrası şahit olduğumuz sevinç gösterilerine göre sessiz kalmak en iyisi diye düşünürken önümüzdeki masanın sarhoş ve Barcelona taraftarı olduğunu farketmemizle rahatlıyoruz ve gollerde doyasıya bağırıyoruz. Gecenin sonunda Barcelona Madrid'e gene koyuyor.


Cordoba'yı geçelim, yemişim Mezquita'yı. Hele o görece yeni kemerleri ucuz olsun diye orjinal tuğla kullanmak yerine badana boya ile renklendirmeniz... Aramızda taşak konusu oldunuz, haberiniz olsun. Ama yemekleriniz gene efsaneydi, gene çok iyiydi.


Granada ise Alhambra ile özdeşlemiş bir şehir zaten. Bizim Taksim-Bostancı hattından aşina olduğumuz dolmuşlar, şehir merkezi-Alhambra arasında çalışıyor bu şehirde. Her üç şehirdeki yapılarda da göze çarpan müslüman ve hristiyanlar arasındaki sidik yarışı, bu saraya uğrayamamış gibi. Gerçi içine gene alakasız bir kaç yapı dikmişler ama en azından "camini kiliseye çevirdim... Hayır, en son biz koyduk.." tarzında bir atışma yok. Bunun dışında önemli bir başka nokta da, barlarda alkolün yanında bir tapas bedava :)

20 Aralık 2011

Dokundunuz mu?



Ahmet Şık'ın kitabının korsan bir şekilde internete düştüğünü öğrendimde, çok farklı duygular hissetmiştim. Bir yandan haz almıştım, bu dosyanın zalimlerin suratlarında tokat gibi patladığını hayal ederek. Bir yandan cesaretlenmiştim, düşüncelerin artık asla bastırılamayacağını umarak. Bir de ümitlenmiştim, sansürün hayatlarımızdaki yerinin gittikçe azalacağını sanarak. O sırada işte olduğum için, link internete düştükten kısa bir süre sonra cep telefonuma bir kopyasını indirmiştim. Hollanda'dayım ya, kafam rahat; telefonuma neyi kaydettiğimi takip edemezler nasıl olsa.

125 güzel insan sayesinde artık basılı olarak da erişebiliyoruz bu yasak dokümana. Bu fedakar insanların boşa uğraşmadıklarını görmeleri, bombadan daha tehlike bir kitabın varlığına inanmadığınızı bilmeleri ve boşuna yanmadıklarını farketmeleri için lütfen siz de dokunun.