26 Aralık 2010

sakin olmak lazım


Sevmediğim bir işim var. Bir şekilde girdiğim, ikinci senemi tamamladığım bir iş. Bana göre olmadığını daha başında anladığım ama bir şekilde bu zamana kadar devam eden, en azından iki-üç sene daha devam edecek bir iş. Son günlerde ne kadar çabuk sinirlendiğimi farkediyordum ki; hafta içinde bir müşteriyi azarladım telefonda, hem de diğerlerine göre daha az hakeden bir tanesini. Sonrası pişmanlık tabi ki. O gün benim için rezil oldu doğal olarak. Kafamda sürekli kuruyorum "unutur mu acaba?", "bir dahaki sefere telefonda nasıl konuşacak?" vs. Ertesi gün gene konuştuk telefonda, hiç bir şey olmamıştı sanki. Pişman olduğumu karşı taraf da anladığı için hiç üzerinde durmamıştı. Ben ise kafamda kurduğum senaryolarla baş başa kalmıştım.

21 Aralık 2010

soguk


Artık havanın ne kadar soğuk olduğu ile ilgili bişiler yazmıyım diyorum ama olmuyor.. İstanbul 15 derecelerin tadını çıkarırken, burada özlemle artı dereceler beklenirken, aklımdaki tek şey bu. Avrupa donuyor haberleri internet gazetelerinin vazgeçilmezleri haline geldi artık. Geçen seneki ulaşım rezaletinden sonra bu sene ders almalarını beklerdim ama değişen hiç bir şey yok. Cuma günü yağan ilk kar ile tren, uçak ve hatta tramvay seferleri ağır sıçmış vaziyette, daha yeni yeni normale dönüyorlar. Yollara bir gıdım tuz döken yok, arabalar patinajlar eşliğinde gitmeye çalışıyorlar. Ve insanlar hala bisiklete biniyor. Evet, hava çok soğuk.

11 Aralık 2010

London


Vize alma hazırlıklarıyla başlayan Londra heyecanı, pazar akşamı Amsterdam'a inmemizle son buldu. Oturma iznimin süresi dolduğu için gidip gidemeyeceğim son haftaya kadar belli değildi ama Hollanda bana (şimdilik) bir üç ay daha kucak açmayı kabul etti ve geri dönüş vizemi verdi. Easyjet sağolsun hem gidişte, hem dönüşte ikişer saat rötar çakmayı becerdi, boşuna ucuz olmuyorlar tabi ki.

Hayatımda ilk defa İstanbul kadar büyük bir şehirle karşılaştım Londra'da. Büyükten öte, sınırları belirsiz bir şehirle. Kalabalığın sınırları belirsiz, trafiğin sınırları belirsiz, gecenin sınırları belirsiz, mağazaların sınırları belirsiz. Beraber gittiğim arkadaşımın deyimiyle (Amsterdam'ı kastederek) "biz köyde yaşıyormuşuz". Gerçi ben bu kadar sert yaklaşmıyorum olaya. Bu sakin sokakları, temiz havayı, işe on dakikada gitmeyi, hayatın bir döneminde denediğim için memnunum. Kaotik hayatın cazibesinden kaçamayacağıma eminim ama bir süre kalıbı dinlendirmekten zarar gelmez sanırım.

Turist olarak gitmenize rağmen etrafta konuşulan her şeyi anlamak gerçekten büyük bir nimetmiş. Zaten bu nedenle hiç bir yerde turist olarak davranmıyorlar size. Amsterdam'da 150'den fazla milletten insan yaşadığı için international bir ortam olduğundan bahsederler ama dutch konuşmadığınız için her zaman turist muamelesi görürsünüz. Londra'da ise bu asla gözünüze sokulmuyor, şehirde daimi bir akış var sanki. herkes hem geliyor hem de gidiyor şehirden. Hollanda'dan sonra servis sektörü de başımı döndürdü resmen. Espri yapan kasiyerler, güleryüzlü garsonlar... alışık değilim böyle şeylere.

Her şey iyi hoş da, trafik neden ters? Karşıdan karşıya geçmek her zaman bir gerginlik, nereye bakacağını şaşırıyor insan. Ona da bir kolaylık yapmışlar, her trafik ışığının altında ne tarafa bakmanız gerektiği yazıyor kocaman.

Milliyet'in resim galerilerinde her hafta en az bir kere "ingiliz gençler alkolu fazla kaçırdı" temalı bir fotoğraf serisi yayınlanır, ilk defa gözlerimle görmüş oldum. Gerçi köşeye işeyene ya da çöp kutusuna kusana rastlamadım ama kavga edenler, ayakta duramayanlar eksik olmadı. Her koşulda ve her durumda cool durabilen Hollandalılar vs İngiliz asaleti.