25 Aralık 2011

Endülüs


Eskiden Antalya'nın sokakları portakal ağaçları ile doluymuş. Şu an palmiye ağaçlarının süslediği cadde kenarlarında, üzerlerinde meyveleri toplanmamış portakal ağaçları büyürmüş. Hayal etmesi zor ama Antalya'nın geçmişini Seville günümüzde yaşamaya devam ediyor. Belki gittiğimiz dönem güzel denk geldi ama hiç bir şehrin ağaçları bu kadar sempatik gözükmemişti gözüme.


Akdeniz insalarının farklı olduğuna inanmış biri olarak Güney İspanya'daki suratsız yerel halkı, bu coğrafyanın yüz karası olarak görüyorum. Utanmasam Hollanda'daki servis anlayışının daha başarılı olduğunu idda edeceğim ama daha bir senem olduğu için büyük konuşmak istemiyorum. Kafamdaki ispanyol imajına bok sürdürmemek için biz sempatik (ve maymun) durumuna düştük adamlara karşı. Menüdekileri saçma sapan bir ispanyolca söyleyebilmek için barda kendimizi paralıyoruz, garsonun umrunda değil, en ufak bir tebessüm bile yok. Kızartma bir tapas ısmarladığımızda, "o uzun sürer, siktir et onu şimdi" demesi son noktaydı heralde.


Akşam El Clasico'yu izlemek için bir bar arıyoruz kendimize. Erkenden bir masaya yerleşip bütün akşamı garantiliyoruz. El Clasico öncesinde Seville takımı Real Betis, Valencia'ya karşı. 90 ve 90+2'deki iki golle gelen galibiyet sonrasında bar deyim yerindeyse yıkılıyor. Sırada beklediğimiz maç var ama kimi tuttuğumuzu ne kadar belli etmemiz gerektiği konusunda kafamız karışık. Gezinin ilk gününde Seville apaçileri tarafından tartaklanmak istediğimiz son şey. İlk dakikada gelen Real Madrid golü sonrası şahit olduğumuz sevinç gösterilerine göre sessiz kalmak en iyisi diye düşünürken önümüzdeki masanın sarhoş ve Barcelona taraftarı olduğunu farketmemizle rahatlıyoruz ve gollerde doyasıya bağırıyoruz. Gecenin sonunda Barcelona Madrid'e gene koyuyor.


Cordoba'yı geçelim, yemişim Mezquita'yı. Hele o görece yeni kemerleri ucuz olsun diye orjinal tuğla kullanmak yerine badana boya ile renklendirmeniz... Aramızda taşak konusu oldunuz, haberiniz olsun. Ama yemekleriniz gene efsaneydi, gene çok iyiydi.


Granada ise Alhambra ile özdeşlemiş bir şehir zaten. Bizim Taksim-Bostancı hattından aşina olduğumuz dolmuşlar, şehir merkezi-Alhambra arasında çalışıyor bu şehirde. Her üç şehirdeki yapılarda da göze çarpan müslüman ve hristiyanlar arasındaki sidik yarışı, bu saraya uğrayamamış gibi. Gerçi içine gene alakasız bir kaç yapı dikmişler ama en azından "camini kiliseye çevirdim... Hayır, en son biz koyduk.." tarzında bir atışma yok. Bunun dışında önemli bir başka nokta da, barlarda alkolün yanında bir tapas bedava :)

20 Aralık 2011

Dokundunuz mu?



Ahmet Şık'ın kitabının korsan bir şekilde internete düştüğünü öğrendimde, çok farklı duygular hissetmiştim. Bir yandan haz almıştım, bu dosyanın zalimlerin suratlarında tokat gibi patladığını hayal ederek. Bir yandan cesaretlenmiştim, düşüncelerin artık asla bastırılamayacağını umarak. Bir de ümitlenmiştim, sansürün hayatlarımızdaki yerinin gittikçe azalacağını sanarak. O sırada işte olduğum için, link internete düştükten kısa bir süre sonra cep telefonuma bir kopyasını indirmiştim. Hollanda'dayım ya, kafam rahat; telefonuma neyi kaydettiğimi takip edemezler nasıl olsa.

125 güzel insan sayesinde artık basılı olarak da erişebiliyoruz bu yasak dokümana. Bu fedakar insanların boşa uğraşmadıklarını görmeleri, bombadan daha tehlike bir kitabın varlığına inanmadığınızı bilmeleri ve boşuna yanmadıklarını farketmeleri için lütfen siz de dokunun.

29 Kasım 2011

hava durumu


2 yıl önce bugün İstanbul'da yağmur yağarken, Amsterdam'da kuru bir soğuk vardı..

15 Kasım 2011

insanely idiotic

Radyo Eksen'in şarkı aralarında dinlettiği film replikleriyle hayatıma kattığı bir phrase. Filmi izlemedim ancak bu temiz aşağılamaya kayıtsız kalınmamalı. Soru ve verilen cevabın ne olduğu bütün anlam ve önemini yitiriyor.


What you've just said is one of the most insanely idiotic things I have ever heard. At no point in your rambling, incoherent response were you even close to anything that could be considered a rational thought. Everyone in this room is now dumber for having listened to it. I award you no points, and may God have mercy on your soul.

8 Kasım 2011

Hey kid, you want a toothpick?


Şehir efsanelerine konu olan Amerika'daki trajikomik davaların arasına yeni bir hukuk mücadelesi daha eklenmiş durumda: Drive filminin fragmanını görüp filme gitmeye karar veren Sarah Deming, yeteri kadar araba sahnesi olmamasını ve fragmanın kendisini yanlış yönlendirdiğini öne sürerek filmin yapımcısını mahkemeye vermiş. Bu kendine güven, çok daha faydalı aksiyonlara yönlendirilebilir aslında. Ama Sarah'nın hakkı var; Drive bir araba takip hikayesi değil, bir yarışçının hikayesi bile değil. Doğasını yok sayarak, nehrin karşısına ulaşmaya çalışan bir akrebin hikayesi. [Filmi izlemeden (bir an önce izlemen gerek) yazının devamını okumayın lütfen]


Filmden çıktıktan sonra ilk düşündüğüm, ismini öğrenmediğimiz sürücünün, hikayenin başındaki ile aynı durumda olduğuydu. Aslında film, sürücüyü bıraktığımız noktadan başlıyor bir nevi. Anlatılan hikayenin bir başka versiyonunu, bir başka şehirde yaşamış ve Los Angeles'a yeni baştan başlamak için kaçmış bir aykırıyı izliyoruz perdede. Sürücünün geçmişinin ne bizimle, ne de diğer karakterle hiç bir şekilde paylaşılmaması bundan belki de; bilinmesinin kimseye bir yararı olmayacak, sürücünün yazgısı değişmeyecek. Filmin sonunda yeni bir başlangıca göz kırpıyor aslında, yeni bir hayata uyanıyor, kim bilir kaçıncı defa.

Neden Irene'e geri dönmediğinin cevabı da burada saklı sanki. Doğasını (kurbağayı sokmasını) ve yazgısını (beraber boğulmalarını) degiştiremeyeceğinin farkında olan sürücü (akrep), Irene'e (kurbağaya) zarar vermeden ondan uzaklaşmakta buluyor çözümü. Bir yandan da, asansörde geçmişinden bir parça gösterdiği Irene'den, kim olduğunu daha fazla saklayamayacağı gerçeği yüzünden vazgeçiyor belki de.


Filmin hikayesinde çok ince işlenmiş detaylar bulmak mümkün, tıpkı yönetmenin sinematografisi gibi. Yavaş çekimler, ışık oyunları, acelesi olmayan sahneler, soundtrack... Requiem for a Dream'in karanlığı ile müzikleri ne kadar uyumlu ise, Drive'daki parça seçimleri ile filmin ruhu da aynı paralelde gidiyor bence. Ryan Gosling ve diğer oyuncuların performanslarıyla beraber, son zamanlarda izlediğim en etkileyici film kesinlikle.

6 Kasım 2011

God is an Astronaut

God is an Astronaut - Bitterzoet@Amsterdam - 04.11.2011 - 18 €

2 Kasım 2011

rahatsız



Irak'ın işgalinin üzerinden yıllar geçtikten sonra, çocuğunun soracağı "Savaşta ne yaptın baba?" sorusuna cevap olması için aynı isimli kitabı hazırlamıştı Can Dündar. Siyasetçiler seyirci kaldıklarını, tüccarlar silah sattıklarını, borsacılar kar ettiklerini söylerken; Can Dündar cevap olarak bu kitabı sunacak çocuğuna.

Olur da benim çocuğum, "Hrant Dink öldürüldüğünde, Akkuyu'ya nükleer santral kurulduğunda, Türkiye en çok terörist mahkuma sahip ülkeye dönüştüğünde, 13 yaşındaki bir kızın kendi rızasıyla 26 kişinin tecavüzüne uğradığı yargı tarafından teyit edildiğinde, sen ne yaptın baba?" diye soracak olursa... Sormaz umarım.. Lütfen sormasın..

Her sabah birbirinden rezil haberler okuyarak başlıyorum güne ve hepsi de okunduğu ile kalıyor. Bu rezalete son vermenin elimde olmadığının farkındayım. Hrant Dink'in ölümünde on binler yürüdü de ne oldu; bir kişiye kalacak ihaleyi üçe pay ettiler. Nedim Şener'in her duruşmasında adliye önüne giden bir düzine milletvekili var da ne oluyor; "Nedim yetmez, Zahit'ten boşalan yere Ragıp'ı alalım" deniyor.

Tepki gösterememenin başka bir ülkede olmakla bir ilgisi yok. Türkiye'de iken de bir defa olsun Cumartesi Anneleri'nin yanında beş dakika geçirmedim, ücretsiz eğitim hakkı için kurulan masalara uğrayıp bir imza vermedim maalesef. Bu ayıbın farkına varmamım nedeni yurtdışında yaşayıp araya biraz mesafe koymam mı, yoksa ülkeye egemen düşünce yapısının her yeni gün mantık sınırlarını zorlaması mı bilemiyorum. Kısacası, vicdanım hiç mi hiç rahat değil. Yıllar sonra, olur da biri o duymayı hiç istemediğim soruyu sorarsa, umarım o güne kadar verecek bir cevabım olur.

4 Ekim 2011

Geçmiş olsun Antuan



Sosyal sorumluluk konusunda bir şey yapacak olsam (neden yapmadığım ayrı bir problem kendi içinde; bahanelere sığınmadan, ufaktan pas geçiyorum bu konuyu şimdilik) insan odaklı bir proje yerine hayvanlara yönelik bir çalışmanın içinde olmayı tercih ederim. Tartışmasız bir şekilde insanoğlundan daha masum, daha korumasız oldukları bir gerçek. İnsanoğlundan bahsedince işin içine çocuklar da giriyor aslında ama onların da büyünce bize benzeyeceklerine dair çok güçlü bir teorim var.

Benzer haberlerin sadece bir tanesi belki ama bu, diğer haberler gibi okuyup geçmemiz için bir neden değil. Yunanistan'daki sokak gösterilerinin maskotu, protestocuların yoldaşı, sistemin can düşmanı Antuan'a yapılanlar insanların ne kadar insan, hayvanların ise ne kadar korumasız olduklarını gösteriyor. Politik görüşünden ötürü bir köpeği cezalandırmak, sadece insana özgü bir davranış heralde.

Wer, Wie, Was


Yıllar, yıllar sonra tekrar Hausaufgabe yapmaya başladım. Gerçi sonunda bir "sınav yazmayacağım" ancak gene de konuşmaya çabalarken heyecanlanıyor insan. Dün itibariyle Goethe'deki almanca kursumun ikinci haftasını geride bıraktım. İlk izlenim: almancam sıçmış. Hiç bir zaman zaten çok parlak durumda değildi ama Erörterung yazmış bir bünyeden daha fazlasını bekliyor insan. Gene de umutluyum; 2-3 kelimelik cümlelerle başlayıp Nebensatz'lara kadar uzanmayı umuyorum bu 14 haftanın sonunda.

Tabi ki kurstakilerin ben dahil 2 kişi dışındaki hepsi dutch. Doğal olarak adamlar dutch konuşabildiğimi düşünüyorlar. Bilmediğimi söyleyince önce "dutch bilmiyosan almanca senin neyine" şeklinde bir bakış atıp, "demek işte ihtiyaç duyuyorsun" ile sohbete devam etmek istiyorlar. Ancak gene elleri boş dönünce "ne sikime burdasın o zaman" noktasına varıyoruz hep beraber. Dünyanın en çakma ve kaba dilini konuşuyosanız benim suçum ne!!

10 Eylül 2011

evrim teorisi göreve..



Avusturya ile yapılan her milli maçta, gazetelerin spor sayfalarında "Viyana kapılarına dayandık" muhabbeti yapılmasında neden ısrar ediliyor acaba? Tarihin sararmış sayfalarında yerini almış bir mağlubiyetin intikamını, yüzyıllar sonra yeşil sahalarda aramanın arkasındaki düşünce yapısı ne zaman emekli edilecek zihinlerden? Aşağıdaki videoyu önüne koyan bir dünya vatandaşına, sahip olduğu pasaporttan utanmadan nasıl cevap verebilir ki insan?


Kabul edilmemenin, öteki olmanın gürültüsü bu. Sesini duyurabilme fırsatı eline geçince, hayvanlığa yönelme içgüdüsünü bastıramayan bir grubun tepkisi. Ben utanıyorum sizi görünce, Avrupalı önyargıyla yaklaşmış, çok mu?

Beirut

Beirut - Paradiso@Amsterdam - 08.09.2011 - 25 €


Sahneye çıkan adam '86 doğumlu ve üçüncü albümünü bu sene içinde yayınladı. Genç yaşında başarıya/paraya/şöhrete ulaşan çok sayıda insan var ama sanatçı kimliğiyle, aklından/yüreğinden geçenleri müzikle ya da edebiyatla ifade edenlerin yerleri tabi ki apayrı. 25 yaşında Paradiso'da sold-out konser veren Zach Condon, nam-ı diğer Beirut, nasıl olmuş da gelmiş buralara diye internette dolaşıyorum. Liseyi bitirmemiş, 17 yaşında Avrupa'yı dolaşmak üzere yola çıkmış, burada doğu avrupa ezgileriyle tanışmış ve bu sayede Beirut'un temellerini atmış birinden bahsediyoruz. Verdiği kararların arka planını bilmesem de, Beirut, hayat insana ne kapılar açıyor muhabbetinin yaşayan bir örneği sanki.

Dediğim gibi, konser günler öncesinden sold-out durumda. Sahneye çıkan grubun her bir üyesi "ben iyi aile çocuğuyum diye bağırıyor; davulcunun pantalon içindeki gömleği ve tromboncunun yeleği bu konuda beni etkilemiş olabilir. Madem gelmiş, gidip görelim şeklinde yola çıktığım bir konser olduğu için tanıdık şarkıların sayısı 3'ten fazla değil ancak kulağa çalınan müzikten zevk almak için bir engel değil bu. Uzun bir süre sonra, distortion duymadan çıkıyorum bir konser salonundan.

Scenic World
Nantes

31 Ağustos 2011

since 1906


Boşuna ağlamıyoruz hava kötü diye. İstanbuldaki paşalar klimalı odalarda otururken, ben dolaptan atkımı çıkarmamak için zor tutuyorum kendimi. Dün ofiste kaloriferleri yaktıklarını söylemiş miydim? Çocukça bir umutla eylülde güneşin açacağını bekliyor konuştuğum herkes. Açacak ama değil mi?


"It's official: this is the wettest summer since 1906
This summer has been the wettest since 1906, with 10cm more rain than in average years, the KNMI weather bureau said on Wednesday.
In total, 35 cm of rain fell in June, July and August, with July particularly wet, the KNMI said.
This contrasts with the dry spring - the driest of the past century with just 4.9 cm of rain, compared with 17.2 cm in a normal year."
http://www.dutchnews.nl/news/archives/2011/08/its_official_this_is_the_wette.php

28 Ağustos 2011

Deftones

Deftones - Paradiso@Amsterdam - 23.08.2011 - 35 €


Deftones, zamanında yeteri kadar ilgi göstermemiş olmaktan pişman olduğum bir grup. Ne cd'lerini almışlığım var, ne de tekrar tekrar albümlerini dinlemişliğim. Yaptıkları müzik nedeniyle her zaman saygı duydum ama bir türlü doğru düzgün takip etmedim. Buna rağmen ikinci defa (ilki İstanbul'daydı) sahnede izlemek için Paradiso yollarına düştüm gene. Eski metalcilerden kalan bir arkadaş ile sold-out olmuş konser alanında yerimizi aldık.

Grupla alakam çok derin olmadığı için şarkıların bir çoğunu tanısam da, geri kalanlarını ilk defa duyuyormuş hissiyle dinledim. Sahnede grubu tek başına Chino Moreno sürüklüyor. Adamda farklı bir aura var. Karizmatik ama fazlasıyla mütevazi havasıyla gülerek, eğlenerek seyirciyi avucuna alıyor. 37 yaşımıza geldiğimizde biz de bu kadar cool olabilmeyi diledik konser sırasında.

Digital Bath
Passenger

9 Ağustos 2011

Dönüş



Tatil sonrası gerçeğe alışma sürecimin ikinci gününü de geride bıraktım. Daha bir kaç günlük yolum var, benim de elimde zamandan daha bol bir şey yok. Suyun sıcaklığını yavaş yavaş arttırarak, ben ne olduğunu anlayamadan alışıvermeyi planlıyorum hayatın buradaki akışına. 16 derecelik hava şok etkisi yaratsa da, kendisini çok fazla ciddiye almamaya çalışıyorum.

Bir tatil dönüşü daha önemli kararlar alındı. İstanbul'dayken böyle miydi hatırlamıyorum ama buraya geldiğimden beri her uzun İstanbul ziyaretinden sonra kendime/çevreme/hayatıma dair yeni şeylerin farkına varmış, bu şeyler hakkında kenara köşeye notlar almış ve bu notlar üzerinden çeşitli kararlar vermiş şekilde dönüyorum Amsterdam'a. Bir kısım keşifler, bir kısım kabullenişler, bir kısım da kendime verdiğim sözler.. Bu tatilin sonunda da okuduğum kitaptan, Kaş'ın denizinden, arkadaşımın hayallerinden, deniz börülcesinden, Darth Vader ve Stormtrooper'lardan, Kalamış'ta batan güneşten, Deja-vu'dan, azıcık yaşlanmış Gazoz'dan, Sarıgerme plajından topladım bir miktar; kendime yeni kararlar aldım.

16 Temmuz 2011

Az kaldı..



Yusuf Pansiyon’da odayı tuttuğumdan beri içim içime sığmıyor. Sanki yola yarın çıkacakmışım gibi; yüzümde belli belirsiz bir tebessüm, kafamda çarşının sokaklarının hayali… Bu sene de yolumu düşürüyorum Kaş’a. Belki sadece iki günlüğüne ama gene de heyecanlanmaktan alıkoyamıyorum kendimi. Bir türlü çözemiyorum bu gizemi, anlayamıyorum kasabanın üzerimdeki etkisini. Büyünün bozulmamasi için çok da kurcalamamak gerekiyor belki de.
Kısa zamanda çok işler başarmak istediğimiz için rotamızı bir de Fethiye’ye düşüreceğiz. Benim için bilinmeyen bir coğrafya ama tek başına Ölüdeniz'i düşünmek bile heyecanlandırıyor insanı.
Son iki haftadır bulutlu bir gökyüzünün altında, son 5 gündür de, sonbaharı bitirip kışa merhaba diyen bir havayla yaşadığım için tatil ve güneş daha bir anlam kazandı gözümde. Önümdeki iki haftanın bir an önce bitmesini ve koşar adımlarla tatilime kavuşmanın hayaliyle yaşıyorum her günümü.
Bu senelik tatil kotasını doldurmuş olanlara geçmiş olsun, benim gibi yakında tatile çıkacaklara ise biraz daha sabır diyorum.

19 Haziran 2011

Radikal kalmak



Gündemi hangi kaynaklardan takip ettiği, kişinin nerede durduğunu büyük bir oranda belli eder heralde. Karşınızdakinin Bianet'ten ya da Habertürk'ten kaynak göstermesi, kim ile muhattap olduğunuzu ve ne beklemeniz gerektiği konusunda bir fikir verecektir size. Ben, Radikal ile takip ediyorum gündemi. Orada yazan bir kısım köşe yazarının görüşlerini ciddiye alıyorum, orada çıkan haberlerin daha tarafsız ve eleştirel olduğuna inanıyorum, doğru ya da yanlış.

Ülkedeki insanların yarısı bazı kitapların bombadan daha tesirli olduğuna inanıyorsa; aklından geçenleri gönlünce yazmak mı zordur yoksa yazdıklarınla bu insanların zihin dünyalarında yeni kapılar açabileceğine kendini inandırmak mı? Radikal'in bir kalemi, Çınar Oskay, daha fazla mücadele edemeyeceğine karar verdi bugün. Önünü iliklememek, biraz pasaklı kalmak istemesine rağmen, kendisine bayramlıkların giydirilmesine razı olamadı. Türkiye'deki gazetecilik anlayışının takip ettiği rotadan memnun olmadığı için Radikal'deki son yazısını yazdı. Bunun bir ayrılık rüzgarına dönüşmemesi ümidiyle..

Radikal demokratlık, radikal gazetecilik

Dredg

Dredg - Melkweg@Amsterdam - 14.06.2011 - 17 €


Dredg'in Türkiye'ye neden bir türlü getirilmediğini merak ederdim? Bana sorsalar, 1.000 kişilik bir salonu rahatlıkla dolduracak kadar seveni vardır sanırdım. Amsterdam'daki konsere 150 kişi gelince gereğinden fazla iyimser yaklaştığıma inandım. Rock müzik seven geniş bir yelpazeye hitap eden bu müziğin neden bu kadar az kişiyi konser salonuna çektiğine şaşırdım açıkçası.
Dredg ise sempatiklikten uzak tavırları ile çaldı ve gitti, çok fazla bahsetme gereği duymuyorum açıkçası. Her albüme uğradılar konser boyunca ve 80 dakika sonunda sahneden indiler. Yoğun geçen bir haftama hareket kattıkları ile kaldılar.

14 Haziran 2011

Bir seçim hikayesi


Öyle saçma bir zamanda yaşıyoruz ki, internet sansürünü protesto yürüyüşüne katılmak yerine sanal ortamdaki sanal protestoya "check-in" yapan, bu şekilde kendine ve hayatına anlam kattığına inanların olduğu bir zaman bu. Seçim öncesinde de sosyal medyada paylaştıkları linkler ile yaşam tarzlarını koruyabileceğine inanan bir sürü arkadaşım oldu, özellikle facebook'ta çok popülerdi bu tavır. (Sözüm meclisten dışarı, muhtemelen, senelerdir apolitik kalmış bünyeleri bu duruma daha fazla dayanamamış, "like" ederek kendilerini ifade edebilecekleri bir platform fırsatını kaçırmamıştı.) Seçim sonuçları belli olduktan sonra, suçluyu bulmak için de çok beklemediler zaten:

"yaziklar olsun akpyi basa getirenlere.."
"Bu halka herşey "Müstehak" !!! Yazıklar olsun Türkiye"
"ah benim akılsız memleketim ah"

Derin siyasal analizlere girmeye ne benim kapasitem yeter, ne de şu tabloda böyle bir şey gerekli. İktidara oy verenleri bir açıdan anlayabiliyorum: Bu insanların ilk kaygısı evlerine ekmek götürebilmek; anlaşılabilir bir şekilde düşünce özgürlüğü ve insan hakları daha geride yer buluyor ihtiyaç listelerinde. Benim (ve arkadaşlarım) gibi tuzu kuru olan, ailesinin parasıyla eğitimin kralını almış, sayılı üniversitelerde yüksek öğrenimine devam eden, asgari ücretin 3-5 katı maaş alan adamlar değil çoğunluğu. Dolayısıyla, karnını doyurmasına yardımcı olana yakın hissediyor kendini. Hala iktidar partisine oy veren %50'lik kesimi ezmeye çalışanlar önce dönüp kendilerine bakmalılar bana kalırsa. Oy verdiklerini tahmin ettiğim ana muhalefet lideri bile gittiği Diyarbakır'da "buralara gelip sizi dinlemedik" diye özür dilerken (bu özürü, senelerce irtica korkusunun ekmeğini yemek dışında hiç bir şey yapmamış olan bir partinin bütün illerden özür dilemesi olarak genişletmek de sakınca yok sanırsam), ezmeye çalıştıkları kesimleri hala nasıl yok sayabiliyorlar acaba?

Bir yandan da anlayamıyorum bu kişileri: Daha bir kaç ay önce Japonya'nın bir bölümü ortadan kalkmışken, Sinoplular nükleer santrale nasıl bu kadar hevesli olabiliyor mesela? Bir hemşerileri protesto gösterisinde öldürülmüşken, Artvinliler başka hemşerilerinin HES'leri protesto ederken öldürülmeyeceğinden nasıl bu kadar emin olabiliyorlar? YGS'den hala "cevap kağıdınız bize ulaşmadı, size tekrar sınav yapalım" mektupları postalanırken, hiç bir anne-baba çektiğimiz stres, test kitaplarına verdiğimiz para boşa gider mi acaba diye kaygılanmıyor mu? Bahsettiklerim, beyaz türklerin ilk dile getirdikleri argüman olan "eğitimsizlik/cehalet" ile açıklanabilecek konular değil bence. Ece Temelkuran en temel soruyu soruyor belki de:

"... Siz nasıl bu kadar zalim oldunuz? Ne zaman oldunuz? Ne zaman zalimin yanında bu kadar saf tuttunuz? Ben bu ülkenin bu halinin, bu kadar değiştirilmesini anlamıyorum. Bu ruh halinin değiştirilmesini anlamıyorum. Bir zamanlar bu ülkede, insanlar güçsüzlerin yanında saf tutardı. Biz bir zamanlar, kaybeden takımları tutardık. Ne oldu da siz her zaman kazanan takımı tutmaya başladınız? Ben bunu merak ediyorum. Sizin şahsınızda bütün bu insanlara soruyorum: Gerçekten, çoğunluğun bu kadar kutsandığı, gücün bu kadar kutsandığı, "Bizim başbakanımızdır, karizması var, gücü var, yapar da, eder de, bütün bunları da yapar, insanları tek tek hedef de gösterir ve biz buna eyvallah ederiz"... Bu ne zaman oldu sizde?..."

Bütün bunları bir kenara bırakıp gerçeğe (ve sonuca) bakarsak; Nedim Şener hala hapisteyken, protesto gösterisi yapanlara polis kaskla kafa atarken, "Bitaraf olan bertaraf olur" psikolojik şiddeti son hızla devam ederken, "Türk'ü, Kürt'ü, Laz'ı, Çerkez'i kucaklayacağım" diyip Ermeni'nin, Musevi'nin, Rum'un adını ağzına alamazken, 2007 seçimi sonrasında verilen "herkesin başbakanı olma" sözü havada kalmışken; 74 milyonun kucaklanacağı hayaline geri kalanların inanması nasıl beklenebilir ki?

9 Haziran 2011

Iron Maiden

Iron Maiden - Gelredome@Arnhem - 08.06.2011 - 60€


Konserin açıklanmasının ertesi günü iki tane bileti almıştım zaten, 8 haziran gelsin diye kasımdan beri geri sayıyordum. Konser Hollanda'nın en büyük kapalı konser mekanı ve Vitesse'nin stadı olan Gelredome'da olduğu ve Gelredome'da Amsterdam'a bir saat mesafedeki Arnhem'de olduğu için işten öğleden sonrasını izin almıştım. Öğleden sonra üç gibi kiralık arabamızla yola çıktık. Arnhem'e girdikten sonra Iron Maiden tabelaları otoparka doğru yönlendirdi bizi, oradan da otobüsler ile konser alanına.

Saat beş gibi alana vardığımızda etrafta öyle çılgın bir kalabalık yok, hafta içi nedeniyle heralde diye düşünüp avutuyorum kendimi. Elektronik müziğin en popüler temsilcilerinin çıktığı bir ülkede rock ve metal müzik doğal olarak yeterli ilgiyi çekmiyor hiç bir zaman. Alan dolar mı, Maiden'a rezil olur muyuz düşüncelerini bir kenara kaldırıp merchandise standına gidiyoruz. Gazımız had safhada, birer tour t-shirt'ü çekiyor kardeşim ikimize de. Tam zamanında, altıda kapılar açılıyor saha içindekiler için. Sahneye kısmen yakın bir yerde konuşlanıyoruz; ne izdihamdan telef olacak kadar önlerde, ne de konseri sabit şekilde izleyenlerin arasında kalacak kadar uzakta. Hollanda'da olduğumuzu hatırlıyorum sonra, öğle yemeklerinde bile süt içen, boy ortalaması 1.80 olan adamların memleketi. Sahneyi rahat görmek imkansız maalesef.


Saat dokuzda sahneye çıkan Iron Maiden bu turnedeki klasik setlist'ini çalıyor ve iki saat sonunda konser bitiyor. Konser iyiydi, güzeldi demek gereksiz; aylardır bu konseri bekliyorduk zaten. Gelmiş geçmiş en büyük grup olarak gördüğüm adamları sahnede izlemenin ve şarkılarına bağırarak eşlik etmenin üzerimdeki etkilerini kolay kolay ifade edemem. Ergenlik çağındaki birinden bunları duymak standart olabilir belki ama 28 yaşındaki birinin hala böyle heyecanlanmasını olumlu olarak değerlendirmek istiyorum.



Steve Harris'e de özel olarak değinmem gerek bence. "Keşke hobim işim olsa" geyiği vardır, bu adam onun canlı hali işte. 54 yaşında ve hala sahnede ayak basmadık yer bırakmıyor, hala bütün şarkıların sözlerine eşlik ediyor. Gitar çalarken keyif aldığını ve mutlu olduğunu her halinden anlayabiliyor insan. Iron Maiden gibi bir grubu kurmuş olması ve şarkılarının hemen hepsinde imzasının olması da cabası. Seviyoruz seni Steve Harris.

Heaven Can Wait
2 Minutes to Midnight
Running Free


29 Mayıs 2011

Explosions In The Sky

Explosions In The Sky - Paradiso@Amsterdam - 25.05.2011 - 18€


Bir önceki notumda avrupada yaşamanın en büyük artısının seyahat özgürlüğü olduğunu yazmıştım. Bunun dışında, müzik dinleyicilerinin de elinden tutuyor burası. Yaz boyunca düzenlenen festivaller ayrı bir konu zaten, ona hiç girmiyorum. Turnelerine Hollanda'yı dahil eden gruplar benim mutlu olmama yetiyor da artıyor bile.

Geçtiğimiz hafta Explosions In The Sky uğradı bu taraflara. Daha önce hiç canlı izlemediğim (İstanbul'da Babylon'da çıkmışlardı seneler önce galiba) ama çokça merak ettiğim bir grubu da izlenecekler listemden çıkardım bu sayede. 75 dakikalık bir rüya hali gibiydi konser. Sanki tek bir şarkı çalmışlar, salondakilerin içinde bulundukları trans haline fon müziği yapmışlar gibi. Bu tarz grupların görev adamı hallerini seviyorum: Ne tribüne oynuyorlar, ne de sempatik olucam diye sahnede maymun oluyorlar. Çıkıyor-çalıyor-iniyor, olay bundan ibaret. Explosions'ın da diğerlerinden hiç bir farkı yoktu. Sahneye çıkınca seyirciyi selamladılar, 75 dakika boyunca yardırdılar, teşekkür edip konseri sonlandırdılar. Kısa ve net.

Önümüzdeki iki haftanın programı da fazlasıyla heyecanlandırıyor beni: 8 Haziran'da Iron Maiden - bir senede iki defa izleyecek olmanın keyfi tartışılmaz- ve 14 Haziran'da Dredg - en sonunda!-

Last Known Surroundings
Your Hand in Mine

22 Mayıs 2011

Antwerp


Bir süredir işten, işten eve gelmekten, sabah kalkıp tekrar işe gitmekten ve tekrar işten çok sıkıldım. Bu dögüyü haftasonları da çok kıramadığım için, bu rutin son bir aydır gittikçe üstüme gelmeye başlamıştı.
Avrupa'da olmanın en büyük avantajı seyahat özgürlüğü heralde. Çok fazla program yapmaya da gerek yok aslında. Çarşamba bir yere gitmeye karar verdim, perşembe Antwerp dedim, cumartesi de trene bindim.
Hiç bir olayı olmayan, interrail'da pas geçilmesi gereken bir şehir ama anlattığım rutinin dışına çıkmak, öğlen bir cafe'sinde yemek yiyip bira içmek ve üç saat sonra geri dönmek için güzel bir alternatif.

13 Mayıs 2011

en trajik benimkisi


Geçtiğimiz cumartesi Dünya Basın Fotoğrafları sergisine gittik. 2010 yılında foto muhabirler tarafından çekilmiş ve World Press Photo Foundation tarafında ödüllendirilmiş fotoğraflar Oude Kerk'de sergileniyordu. Fotoğrafların hemen hepsine vakfın resmi sitesinden erişebiliyorsunuz. Sergide sergilenen fotoğraflar konusunda dikkat çeken birbiriyle alakalı iki nokta var bence: Fotoğrafların çekildiği coğrafyaların dağılımı ve fotoğraflara hakim olan genel hava. Ödül kazanan fotoğrafların 1/3'ü Afrika kıtasında, 1/3'ü sefalet içinde yaşayan, Pakistan gibi halkının çoğunluğu müslüman olan ülkelerde çekilmiş. Bununla bağlantılı olarak fotoğrafların büyük bir kısmında dramatik sahneler ön planda.
Gelişmekte olan ya da gelişmek için daha uzun bir yolu olan ülkeler bu dramatik sahneler açısından cennet gibi. Sel sularından kurtulmaya çalışan insanlara; açlıktan baygın bir şekilde, üzerinden sinekler gezinirken uyumaya çalışan çocuklara; ilkel araçların tek yöntem olduğu kürtaj masalarına yatan kadınlara batılı ülkelerde rastlayamıyorsunuz doğal olarak. Tamamen kişisel görüşüm; bu sergiyi gezen batılı insanlar da (muhtemelen ben de dahilim bu gruba) sanki hayvanat bahçesinde kafeslerin arkasındaki egzotik hayvanları izlermiş gibi bu fotoğrafların önünden geçiyorlar; dünyanın ne kadar da boktan bir yer olduğunu ve kendisinin kafesin dışında doğarak ne kadar da şanslı olduğunu düşünüyorlar heralde.
Bu fotoğraflar insanın haber alma özgürlüğünün bir parçası değil mi? Bu fotoğraflar çekilmese, bu trajedilerden habersiz kendi halimizde yaşamaya devam etmeyecek miyiz? Fotoğraflarda anlatılan hikayelere gözümüzü kapamak daha etik dışı değil mi? Başkalarının trajedilerini yarıştırıp ödül peşinde koşmak neden? (bu yarışmada ödül alan bir foto muhabir kariyerinde büyük bir sıçrama yapmış çoğunlukla.) Afrika ve sefalet içinde yaşayan ülkelerin geleceği için az da olsa umut var mı? Bu sergi ve diğerleri Batılılar'ın vicdanını rahatlatmak için bir araç görevi görmüyor mu? Bu serginin ahlaksızlık örneği olduğunu da söylemiyorum ancak masum olduğunu da iddia edecek durumda değilim. Kafam karışık biraz.

Sergi önümüzdeki eylül ayında İstanbul'a da gelecek. Kendi gözlerinizle görüp değerlendirin derim.

9 Mayıs 2011

Katatonia

Katatonia - De Kade@Zaandam - 07.05.2011 - 15€


Katatonia'nın Last Fair Deal Gone Down albümünün 10. yılı şerefine çıktığı mini turnenin Hollanda ayağı... Konser başlamadan önce kardeşim dediğinde kafama dank ediyor onuncu yıl muhabbeti. Grubu Istanbul'da ilk izlediğimde bu albüm daha yeni yayınlanmıştı, ben ise üç senedir dinliyordum Katatonia'yı. 13 sene lan.. Daha otuz bile olmadım ama bazen geride ne kadar fazla sene kaldığına şaşırıyorum.

On üç senedir dinlediğim grubu dördüncü defa sahnede görmek için çıkıyorum yola. On beş yaşındayken, bazı şeylere karşı fazlasıyla öfkeliyken, bazı şeylere fazlasıyla üzülürken, bazı şeyleri fazlasıyla ciddiye alırken tanıştığım grubu görmeye gidiyorum. Klişe tabirle, şarkılarında kendimden parçalar bulduğum, canımdan bezdiğimde albümlerini loop'a aldığım grubu izlemeye gidiyorum. Şu an belki de aynı şeyleri hissetmiyorum, aynı heyecanı duymuyorum ama yaptıkları müzik, yazdıkları sözler için minnetar olduğum gruba, onlar sahnedeyken eşlik etmeye gidiyorum.

For My Demons
Teargas
A Premonition

23 Nisan 2011

patlak lastik değiştirilir


Dün, Hollanda'ya entegrasyon konusunda koca bir adım daha attım: Bisikletimin patlak ön lastiğini tamir ettim. Başlangıçta amacım ön tekerleği komple sökmek ve iç lastiği yenilemekti ama tekerlek yerinde kalmakta inat edince B planını uyguladım ben de. Önce dış lastiği tek taraftan aralıyosun, sonra iç lastiği dışarı çıkarıp su dolu bir kovada nereden hava kaçırdığını buluyosun. Simson marka yapıştırıcı ile deliği kapattıktan sonra yama ile eskisinden daha iyi bir hale geliyor. Ben tamir işi ile debelenirken, ev sahibinin oğlu gördü beni. Şöyle bi bakıp "Sen yenisin buralarda, tamir etmeyi biliyo musun?" diyince, "Ne sandım y..m!" diye kovdum başımdan. Bir de yoldan geçen bir dede "Kolay gelsin ustam!" diyerek iyice havaya soktu beni. Yaklaşık bir saat boyunca uğraştıktan sonra bisikletim yola çıkmaya hazırdı. Bütün bu süreçte gösterdiği yardım ve desteklerden dolayı Youtube'a teşekkürlerimi sunarım.

Burada hava 22 derece. Bu da sana kapak olsun İstanbul.

9 Nisan 2011

Stockholm


"Havalar biraz ısınsın" mazeretinin arkasına saklanıyorduk uzun bir süredir. Nisan ayı gelince bu mazeretimiz de geçersiz kalmıştı, ya da biz öyle sanıyorduk. 1 Nisan akşamı uçağımız bulutların içinden geçip havaalanına yaklaşırken, ilk verdiğim tepki "Lan!" oldu. Bu tepkiyi uçağı normalden hızlı bir şekilde piste indirip, terminale girilecek yolu kaçıran ve 500 metre ötede uçağa U dönüşü yaptıran pilota da vermedim. Şaşkınlığım yerlerin hala karla kaplı oluşunaydı. Şehrin dışında, izbe bir yerde olduğumuza yormak istedim ama şehir merkezine de iki gün önce kar yağdığını öğrenmek; Hollanda'nın havası hakkında bir daha kötü şekilde konuşmama kararı verdirdi bana. Nisanın gelişiyle Amsterdam'da eldivenden sonra bere sezonunu da kapatmış biri olarak (atkı tam gaz devam), Stockholm'de bereye geri dönmek ve eldiven getirmediğim için hayıflanmak pek hoş olmadı aslında. Kısacası, Stockholm çok soğuk. Bu arada, nehirlerdeki buzlar yeni yeni çözülmeye başlamıştı. Nisan ayındayız lan.


Canımı sıkan bir konuyu daha kafamdan atayım sonra şehirden bahsedeceğim. Sözüm İsveç'teki kızların hepsinin sarışın ve manken gibi olduğu efsanesini başlatan mala: Yalancısın olm sen! Hayatında Stockholm'e adımını atmamış bir malsın sen. Güzeli geçtim, sarışın yok etrafta. Tek kelimeyle ayıp. 

Şehir iki ana kara ve aralarına dağılmış adalar üstüne kurulmuş durumda. Merkez, adaların etrafına kurulmuş ancak şehir dışarıya doğru açıldıkça açılmış. Stockholm'e hoşgeldiniz yazısından sonra merkeze ulaşmak için 30 km daha yol gidiliyor. Bu 30 km, aynı İstanbul'da olduğu gibi, merkezin yapısından bağımsız çarpık çurpuk binalarla dolu. Sadece bir dolu günümüzün olmasının verdiği gaz ve zorunlulukla her tarafa yetişmeye çalışıyoruz. Nerelere gittiğimizden bahsetmeye gerek yok, bütün rehber kitaplarda bahsedilen yerleri dolaştık biz de. Gamla Stan, Drottningholm Sarayı (kendisi Unesco World Heritage, yanlış olmasın), Historiska Museet (dünya viking olsun!), İsveç parlamentosu ve daha bir kaç turistik noktayı daha görüp Stockholm'ün üzerine check işaretini koyduk. İlginç bir diğer nokta ise bira içmek üzere oturduğumuz iki yer de Türk işletmesi çıktı. Stockholm alkol piyasası Türkler'in elinde mi acaba?

24 Mart 2011

Ne diyecekler?


İnsanlar ne zaman patlayacak diye merak ediyorum. İlhan Selçuk sabaha karşı gözaltına alındığında "Yok artık" dediler, Türkan Saylan'ın evi basıldığında "Bu kadarı fazla" dediler, Soner Yalçın tutuklandığında "Basın özgürlüğüne darbe" dediler, Nedim Şener gözaltına alındığında "Kaygıyla izliyoruz" dediler. Basılmamış bir kitabı ortadan kaldırmaya çalıştıklarında ne diyecekler, merak ediyorum.

Türkiye'nin umudu gençlerin ne diyeceği belli. Facebook'ta muhalif haberlerin linklerini paylaşıyorlar, Taksim'de AKP'ye içiyorum event'ine katıldıklarını belirtiyorlar, bütün arkadaşlarına iktidara ne kadar da karşı olduklarını internet üzerinde gösteriyorlar. E, daha ne yapsınlar. Çoğunluğumuzun protesto kabiliyeti bununla sınırlı artık, kabul etmekten başka çare yok.

Peki, Yetmez Ama Evet'çiler ne diyecek? Ne olur, daha fazla bir şey demesinler.

Ben ne mi diyorum? Haberleri okurken kendi kendime "ulan eşşeğin siki artık" diyorum. Ahmet Şık ve Ertuğrul Mavioğlu'nun yazdığı "Ergenekonu Anlama Kılavuzu"nu ısmarlıyorum. Bu adamların ne peşinde olduklarını iyice anlayabileyim istiyorum. Ortadan kaldırmaya çalıştıkları kitabın bir kopyasının internete düşmesini istiyorum, hiç kaybolmayacak şekilde bilgi havuzunun bir parçası olmasını umuyorum.

İmam'ın Ordusu'nun peşinde Radikal'in basıldığı haberinin altındaki bir yorumda, arjink nickli kullanıcı soruyor: "12 Eylül'de kitaplarımı yakarken 4 yaşındaki oğluma 'İyi bak, bunu yapan faşizmdir' demiştim. Bugün torunuma 'Kızım, okumak istediğim kitap basılmadan bilgisayardan silindi' dedim. Sizce oğlum mu daha şanssız, torunum mu?" Ne cevap verirdiniz?

22 Mart 2011

London#2



İngiltere vizesi sonuna yaklaşırken, can havliyle bir kez daha attık kendimizi ada topraklarına. Amsterdam'daki konsolosluğu kapattıkları için (daimi ziyaretçilerini Fas, Türkiye ve çeşitli Afrika ülkelerinin pasaportlarına sahip olanların oluşturduğu popüler bir mekandı aslında), vize başvurularını Düsseldorf'tan yapmak gerekiyor artık. Hem de şahsen.. Hem de hafta içi.. Hem de 6 aylık vize bedeli olan 90 euro'nun üstüne bir 50 euro'da tren biletine vererek.. İngiltere'ye güzel bir haberim var: hiç uğraşamıycam, o kadar da meraklı değilim size.. Bu haftasonunun highlight'ları:

- Fabric: Club kültürüm olmadığı için başka bir mekanla karşılaştıramıyorum ancak daha önce gördüğüm yerlere pek benzemiyor açıkçası. Bir nevi minyatür yeraltı şehri. Labirent benzeri koridorlar, göz alıcı ışık sistemleri, her noktanızda hissettiğiniz baslar, kenarda baygın şekilde yatanlar, sabahın dördünde hala tıklım tıklım sahneler. Haftaiçinde Mogwai'nin distortion'larıyla kulaklarımı elime almıştım zaten, bu defa Ramadanman'ın basları verdi tekrardan.

Portobello Road: Cumartesi kurulan sokak pazarına denk geldik şans eseri, ya da beraber gittiğim ekibin planlı bir hareketiydi. Albert Kuyp'ın çakmalığına alışmış biri olarak, pek bir ingiliz asaletinin ürünü gibi geldi bana. Antika eşyalar ve taze sebze-meyve ağırlıklı olarak uzayıp giden bir pazar. Önceki günün verdiği yorgunlukla bir pub'ın önündeki kaldırıma çöküyoruz, yanımıza birer de 'pint' alıyoruz tabi ki. Uzun süre sonra güneşi görmenin getirdiği mutlulukla, gevşek gevşek akşam ne yapsak diye düşünüyoruz.

- O'Reillys Irish Pub: Fish&chips ve bira için yaklaşıyoruz pub'a ancak kapı önü full dediğimiz cinsten. Meğer İrlanda-İngiltere rugby maçı varmış, İrlanda tokatlamaya başlamış bizimkileri. Bizimkiler tokatlıyor demek daha doğru aslında, ne de olsa irlandalıların mekanındayız. Kıvrak hareketlerle arkaya geçiyoruz ve ufak televizyonun önüne çöküp yemek ve biralarımızı söylüyoruz. Herkesin gözü ekranda, biz dahil. İrlanda'nın her 'try'ında ayaklanıyor insanlar. Biz de bir yandan kuralları çözmeye çalışıyoruz kendi aramızda, herkes farklı teoriler geliştiriyor ama üç kişi bir şeyi doğrultamıyoruz. Maçın açık galibi İrlanda olunca içerde bayram havası. Benim de hoşuma gitmeye başladı bu spor aslında, wikipedia'da kurallar yazar diye umuyorum.

- Camden Town: Kapalıçarşının büyük ve alternatif versiyonu diye anlatmak isterim burayı. Gotik kıyafetler, fantastik uzakdoğu yiyecekleri, resim galerileri, egzotik müzik aletleri, goa trance çalan bir dj, old school bavullar, antika büyüteçler burada bulabileceklerinizin sadece bir kısmı. Fazlasıyla etkileyici.

- Pret a Manger: Bir nevi Body Shop'un kahve dünyasındaki versiyonu. Tamamen doğal ürünler kullanan, her sandwich'i taze şekilde dükkanda hazırlayan, atıklar için recycle bin'leri kullanmanızı rica eden, her akşam artan yiyecekleri vakıflar aracılığıyla evsizlere dağıtan, limonataya ödediğiniz paranın 10 penny'sini bu işe verdiğinizi söyleyen bir firma. Benim gözümde şu an şekilleri sonsuz.

17 Mart 2011

Mogwai

Mogwai - Paradiso@Amsterdam - 15.03.2011 - 25€

2006'ın ekiminde izlemiştim ilk seferinde. Heralde lisenin son dönemlerinde tanıdığım, daha sonraki yıllarda takipçisi olduğum bir grup Mogwai. Phonem by Miller kapsamında gelecek olması ise bir hayalin gerçekleşmesiydi. Beş sene sonra tekrar sahnede görüyorum aynı ekibi. Arada iki albüm çıkardılar. Son albümleri "Hardcore Will Never Die But You Will" turnesinde Amsterdam'a da uğradılar. Konser mükemmeldi, muhteşemdi gibi yorumlar yapmanın anlamı yok. Post-rock'ı tanımlayan, "Happy Songs for Happy People" gibi bir albüm yaratan, konsere davetli listesinden beleşe girenlere "Japonya için 5 euro bağış yapmayı düşünür müsünüz?" diye soran, "Zidane: A 21st Century Portrait" belgeseline müzikleriyle destek veren bir grup var sahnede. Enstrümantal müzik yapan bir ekipten çılgın bir sahne şovu beklemiyorsunuz doğal olarak. Ne sahnede dağıtıyorlar, ne de bitse de gitsek havasındalar. Olağanüstü müziklerini dinlerken bir buçuk saat geçiveriyor. Bisikletle eve dönerken çınlayan kulaklarımın ısrarına dayanamayıp "Friend of the Night" veriyorum bünyeme.

I Know You Are But What Am I?
Glasgow Mega-Snake

7 Mart 2011

NTV


Bugün NTV'nin internet yayını olduğunu keşfettim; günün en güzel haberi. Çok uzun bir süredir türkçe yayınlara uzak kaldığım için gündemi sadece internet gazetelerinden takip edebiliyordum. Radikal'in haberleri ve köşe yazarları bir yere kadar güncel kalmamı sağlıyordu ama hep aynı kişilerin görüş açısına maruz kalıyordum. NTV ile beraber bu entellektüel açlığımı biraz doyurabileceğim sanırım. Bir kaç gün önce gözaltına almalar, sonra tutuklamalar ile tedirgin edici olmaktan öte korkutucu olmaya başlayan son gelişmeler hakkında iki programı üst üste izlemek oldukça moralimi bozdu aslında. 20 sene sonra bugünler tarihte nasıl yazılacak acaba?

3 Mart 2011

bugün eve gelince


Dışarıda tam bir kuru kış havası, sürekli 2-3 derece civarında. Öğlen güneş kendini gösteriyor ama ısıtmaya gücü yetmiyor. Eve üşüyerek girdim. Kaloriferi yakarken karşı balkonda sigaralarını içmeye çıkmış iki eleman gördüm. Sigaranın yanına bir de bira açtılar. Çok canım çekti, yanaşıverdim buzdolabına. Aç karına soğuk bira, en güzeli. Can sıkıcı haberlerin arasında gezinirken bitiriverdim birayı. Bir yandan geri dönmeyi istemek, diğer yandan geleceğimi şu boktan yerde nasıl bulacağımı düşünmek. Evde yiyecek bir tek somon var, 184 gr, 4.21 euro. Bloglar arasında turlarken yemek faslını tamamladım, çoğu uzun bir süre güncellenemeyecek olan. Duş, traş derken pijamalarımın içindeyim. Aylardır öğrenmeye çalıştığım gitarı elime almam gerektiğini biliyorum ama gene bir bahane buldum sanırım, ne olduğunu hatırlamıyorum bile. Murakami okumak daha cazip şu an, gerçi neden bu kadar popüler olduğunu anlayamadım hala. Rezalet çeviriden dolayı belki de. Çamaşırları da toplamam lazım aslında. Haftasonuna kadar biraz daha kurusunlar bence. Bir bira daha?

23 Şubat 2011

dönüş



Hareketli, hem de en güzelinden hareketli bir haftanın ardından sakin bir yaşama geri döndüm. Oradayken bahsetmiştim bazılarına: Burada hayat, sınırları belirli bir aralıkta stabil bir şekilde akarken; İstanbul'da bu aralık o kadar kocaman ki, salınımlardan ister istemez ruh halin de etkileniyor. Hem artı tarafta, hem de eksi.. Akşam dışarı çıktığında ne kadar eğlendiğini, trafikte ne kadar sinirlendiğini, kafan bir şeye takılınca ne kadar üzüldüğünü de bu aralık belirliyor diye düşünüyorum.

Belki de bu sakin yaşam şehirden bağımsız bir şekilde, öğrencilikten çalışma hayatına geçen herkesin kaderi. İstanbul'a gelişlerimde herkesi görmeye uğraştığım, bütün dostlarımın ayrı kaldığımız zamanda neler yaptığını öğrenmeye çalıştığım için hayat bu şehirde çok hareketliymiş gibi geliyor. Belki de herkes aynı rutin hayatın bir başka versiyonunu yaşıyor sadece. Bilemiyorum..

24 Ocak 2011

Gazoz



Gazoz'u çok özlüyorum. İstanbuldayken de son iki sene bir tek haftasonları görüyordum aslında ama arayı çabuk kapatabiliyorduk. Ben onu iki defa öpünce, o bi defa kulağımı yalayınca, kahvaltı ederken ekmeği paylaşınca hiç ayrılmamış gibi oluyorduk. Buradayken araya aylar giriyor ama eve her girişimde 2 saniyelik bir gecikmeyle kim olduğumu hatırlıyor ve sanki onu hiç bırakmamışım gibi oyuna kaldığı yerden devam ediyor.

Burada ara sıra müdürüm köpeğini bana bırakıyor. Bal adında bir kız, o da golden retriever. Bazı bazı gaza geliyorum bir köpeğim olsa ne güzel olur diye ama hemen bastırıyorum bu heyecanı. Hayatını bir köpekle paylaşmanın zorluğunu, eski bir köpek sahibinden daha iyi kim bilebilir ki? Arada bir haftasonu kaçamaklarıyla gideriyorum hevesimi.

Hatchiko'nun hikayesini öğrendikten sonra köpeklere olan hayranlığım bir kat daha arttı. Kelimelerle ifade edilemeyecek varlıklar. Onlar için en çok kullanılan sadık kelimesi bile, Hatchiko'nun hikayesinden sonra içi boş, anlamsız kalıyor.

18 Ocak 2011

Adalet için...



"Yaşanmış bir öykü ile bitireyim sözümü:

Sivas'ın bir kazasından yaşlı bir bey aradı bir gün. Dedi ki:"Oğul, aradık seni bulduk. Burada yaşlı bir kadın var, herhalde o da sizden. Kadın Allah'ın rahmetine kavuştu. Yakınını falan bulursan gönder, gelip alsınlar ya da biz burada namazımızı kılıp gömelim."

Betris Hanım diye biriymiş, yetmiş yaşında. Fransa'dan oraya tatile gitmiş.

Aradım, on dakika içinde buldum yakınlarını, sonuçta biz birbirimizi biliriz, çok azız çünkü. Gittim dükkanlarına, sordum:"Böyle birini tanır mısınız?"

Dükkandaki orta yaşlı kadın döndü, "O benim anam" dedi. Fransa'da yaşadığını, senede üç dört kere Türkiye'ye geldiğini, gelince de doğrudan köyüne gittiğini söyledi. Durumu anlatınca ben, hemen kalktı yola koyuldu.

Ertesi gün telefon açtı bana. Anasını bulmuştu. Ağlıyordu. Naaşı getirip getirmeyeceğini sordum. "Abi, ben getireceğim de burada bir amca var, bir şeyler söylüyor" dedi. Telefonu ağlayarak amcaya verdi. Kızdım amcaya, neden ağlatıyorsun kadını diye.

"Oğlum, bir şey demedim... Kızım anandır, malındır ama bana sorarsan bırak kalsın, burada gömülsün... Su çatlağını buldu, dedim."

İşte o anda döküldüm ben. Anadolu insanının ürettiği bu deyişten, bu algılamadan döküldüm. Evet, su çatlağını bulmuştu.

Doğrudur, Ermenilerin hakikaten bu ülkede, bu topraklarda gözü var, çünkü kökümüz burada bizim. Ama merak etmeyin, bu toprakları alıp gitmek için değil, bu toprakların gelip dibine girmek için..." Hrant Dink

Hrant - Tuba Çandar, sf. 476, Everest Yayınları