11 Kasım 2012

açık hava herkese iyi gelir



Facebook'daki arkadaşlar sağolsunlar, bir kez daha cumhuriyeti ve laikliği kem gözlerden korumuş oldular. Profil fotoları değiştirildi, status update'leri yapıldı, özlü sözler yazıldı, arkadaş listelerindeki yüzlerce kişiye laik Türkiye Cumhuriyeti'nin yılmaz bekçileri oldukları gösterildi. Görev tamamlandı, herkes kendini tatmin ettiyse dağılabilirsiniz.

Yazıyı tek paragrafta bırakmayı çok isterdim ancak yakın arkadaşlarımdan da yukarıda anlattığım şekilde davrananlar olduğundan, ortamı biraz yumuşatmak da fayda var heralde. Ne oldu da Ankara'ya, Anıtkabir'e gitmedin dün? Otobüs/uçak bileti pahalı mı geldi, o kadar kilometre gözünde mi büyüdü? Kadıköy'de 6 km boyunca insanlar toplanmışlar, onlara neden katılmadın? Doğru; köprü trafiği ayrı dert, sonra bi de park yeri bulmak falan derken... Dolmabahçe, Taksim? Sabahın 9:05'inde saygı duruşuna geçebilmek için en azından 8'de kalmak gerekecekti dimi? O tatlı uyku fazla mı tatlı geldi yoksa? Takma kafana, bir yere gitmiyoruz ya, 23 Nisan 2013 bizi bekler.

Benim itirazım sabah kaçta kalktığına ya da nereye gittiğine değil; sokağa çıkmak yerine kendini internette ifade etme seçimine. İtirazın olan her konuda, her türlü sanal ortamda ahkam kesmene, ondan sonra goygoya devam etmene. İnternetteki imza kampanyalarına sanal imzanı basıp da bir şey başardığını sanmana. İnterneti sansürlediklerinde, hayvanları ormanlara terk edeceklerini söylediklerinde, kürtajı yasaklayacaklarını açıkladıklarında, Taksim'in içine sıçmaya başladıklarında sen neredeydin? Bu işe itiraz eden insanlarla beraber İstiklal'de ya da Kadıköy'de mi, yoksa like edilecek status peşinde mi?

4 Kasım 2012

patates çuvalı yollarda..



Burada herkes mutlaka bir şekilde aktif bir hayat yaşıyor. Kimi koşuyor, kimi bisiklete biniyor, kimi spor salonuna gidiyor, kimi yoga yapıyor, kimi çim hokeyi oynuyor vs. Hava çok soğuk olduğu ve güneş erken battığı için dışarda alışveriş yapmak, bişiler içmek ya da boş boş dolaşmak pek mantıklı bir aktivite değil. İnsanlar da kös kös eve dönüp TV karşına geçmek yerine hareket etmenin bir yolunu buluyorlar genelde. Bu yüzden burada obezi geçtim, çok kilolu insan görmek bile imkansıza yakın.

Benim buradaki maceralarım da yogadan spor salonuna, oradan da climbing gym'e kadar uzandı. Yogadaki adam o kadar çok konuşuyordu ki, rahatlatmayı geçtim can sıkıcı bir hal aldığını farkedince bunu bir kenara koydum. Bikram Yoga denemem de iki ders sürdü sadece, yoganın kapitalist ve sıcak versiyonu maalesef. Spor salonuna çoğunluk gibi bazı aylar gaza gelip yazıldım, sonra 3 ay kapısının önünden geçmedim. Şimdilik haftada bir kardeşimle tırmanmaya gidiyoruz. Bir şekilde kendimizi geliştiriyoruz ama teknik falan hak getire. Maymundan hallice bir şekilde tepeye varmaya uğraşıyoruz.

Spor geçmişim yok ama öyle çok hareketsiz biri de değildim eskiden. Fazla kilom da yok. Buna rağmen kondisyonum her zaman yerlerde oldu nedense. Halı sahalarda koşu gereksinimini minimumda tutmak için hep çakılı defans oynadım. Serbest dalış antremanlarında koşulara en yavaş grupla başladım, sonunu getiremeden bıraktım. Bunu değiştirmek ve akciğer kapasitemi arttırmak için eylül ayında koşmaya başlama kararı verdim ve dün itibariyle artık 30 dakika durmadan koşabilen biriyim. Bir çok kişi için çocuk oyuncağı ama benim için tek kelimeyle inanılmaz bir olay.

Bunun için dokuz haftalık (ben ilk haftasını atladım) Couch to 5K programını takip ettim ve canım Laura'nın desteğiyle programın sonuna kadar geldim. Haftanın üç günü sabahları bir saat erken kalktım, karanlıkta ve soğukta yollara çıktım. Hala sabahları yataktan çıkarken büyük bir mental mücadele veriyorum ama şimdilik vazgeçmek yok. Yeni hedefim koşu süresini bir saate çıkarmak. Yolların buz tutmaması dileğiyle.

Couch to 5K programı
Benim kullandığım NHS'in C25K podcast'i
Dailymile - koşularımı tuttuğum site
Kosturmaca - Türkçe koşu podcast'i
Kosu Gazetesi
Ritim

16 Ekim 2012

Radiohead

Radiohead - Ziggo Dome@Amsterdam - 14.10.2012 - 65 €


Alman’da okumuş bir çok kişinin hayatına girmiştir Radiohead. Kimi kaset/CD’lerinin peşinde koşarken kapılmıştır gruba, kimi de 98’deki acı olaydan sonra öğrenmiştir isimlerini. Okulun -en azından bir bölümünün- ruhuna uygun fon müziğini yaparlardı bana göre; hayata daha melankolik bakan, kendine ve hayatına sorduğu sorulara cevap arayan, akıp giden zamanın getirdiği cevaplarla yetinmek istemeyenlerin fon müziğini.

Artık psikolojik otuz yaş sınırının kıyısına kadar gelmişken, on beş sene öncesinin ruh hali oldukça uzak gözüküyor bana. O zamanlar sorduğum soruların bir kısmının cevabını buldum, bir kısmını sormayı bıraktım, bir kısmının cevabını duymaktan korkar oldum. Gene de hafızayı tazelemek, soruların üstünden tekrar geçmek için Radiohead konserinden daha güzel bir fırsat olamazdı heralde.


Biletleri Mart’ta satışa çıktığı gün yarım saat içinde tükenen konser öncesi beklenti çıtasını her geçen gün biraz daha aşağı indirmiştim: Yeni albüme bir türlü ısınamamıştım, setlist’te bu albümün ağırlığı çok fazlaydı, eskilere pek uğramıyorlardı, bir hafta önce grubu izlemiş olanlar “yaşlanmışlar, performansları kötü” diye etrafta dolaşıyordu. Konserden hiç bir şey beklemeden, sadece Radiohead’i izlemeye gitmeye karar verdim ben de.

Bloom ile başlayıp Idioteque ile biten konser, bu sene izlediğim en iyi konserlerden biriydi kesinlikle. Belki beklentiyi düşük tutmak, belki grubun performansı, belki de sadece Radiohead olması. Evet, son albüme ağırlık verdiler ama bunların setlist içindeki dağılımı, araya serpiştirilen klasikler, grubun harika canlı performansı, Thom Yorke’un enerjisi, şu ana kadar gördüğüm en minimalist ve etkileyici ekran sistemi, Karma Police, There There, hatta her konserde konuşarak kafa siken Hollandalı'ların bu konserdeki sessizliği… Radiohead konserinden çıktıktan sonra kendimi bu kadar iyi hissedeceğimi asla tahmin edemezdim.

Ortaokul yıllarına kadar uzanıp bugüne geri gelince farkediyorum ki Radiohead’de bizim gibi değişiyor; onlar da bazı soruları sormayı bırakıyor, farklı sorular sormaya başlıyor, belki de on beş sene önce verdikleri cevabı silip diğer şıkkı işaretliyorlar. Fon müziği olarak Street Spirit'in çaldığı bir hayat ile Morning Mr Magpie çalan hayat arasındaki fark da bundan kaynaklanıyor heralde.

I Might Be Wrong
Climbing Up The Walls
Jigsaw Falling Into Place
Karma Police
There There


25 Eylül 2012

23 Eylül 2012

Berlin - Dresden - Münih


Berlin'e ilk gidişim üniversitenin ikinci senesinin sonundaydı. Köyden hallice Koblenz şehrinde staj yaparken iki ayı nasıl geçireceğim sorusunun yanıtını Berlin vermişti bana: Her haftasonu başka bir şehire gitmeliydim. İlk haftasonunu Berlin'de yaşayan liseden arkadaşımla geçirmek için çıkmıştım yola. O ziyaretimden aklımda kalanlar tekila ve Feigling ile çok sarhoş olduğum, gece kıçımın donduğu ve ertesi gün Bundestag önündeki çimlerde mal gibi yatışımız. Bu sefer daha hazırlıklıydım.



Bana şu ana kadar gezdiğim şehirlerin hepsinden daha hüzünlü geldi Berlin. Koca bulvarları, alışveriş merkezleri, haşmetli mimari yapıları, punk-emo-hipster dolu metrolarına rağmen hüzünlü bir şehir. Belki gezi boyunca şehrin tarihine bu kadar maruz kaldığım için, belki de bu tarih şehrin üstüne sis gibi çöktüğü için.

Presumably, the regime's Jewish policy was not popular 
among the population. But neither was it a subject of primary concern; 
there was after all much that disposed people to excuse Hitler and his crowd, 
their "mistakes" or "excesses" in other areas. Given the constant stream of 
great political events and the improvement of the social and economic lot 
of most Germans, the regime's policy towards the Jews seemed an aspect 
that was marginal and of little importance in the face of the Nazis' successes. 
Ulrich Herbert, Tarihçi

Uzaklarda yaşayanlar için hikaye basit: Bir duvar vardı, sonra yıkıldı. Berlin'deyken bu hikayenin altı ister istemez doluyor. Araştırmaya üşenenler için kısa bir özet: Savaş sonrası Almanya toprakları dört devlet (ABD, Fransa, İngiltere, SSCB) tarafından paylaşılıyor, Berlin (SSCB tarafında kalmasına rağmen) herkesin gözbebeği olduğundan orayı da dörde pay ediyorlar. SSCB tarafında (doğal olarak) sosyalist bir devlet kuruluyor, göbekten Moskova'ya bağlı. Kömünist rejimin baskıları ve yaşam standartlarından kurtulmak isteyen herkes soluğu Batı Almanya'da alıyor. Berlin'de yaşayan içinse sorun yok, iki adım ileriye taşındıklarında zaten uygar yaşama ulaşıveriyorlar. Binlerce kişinin bu şekilde ülkeyi terketmesini önlemek için bir gecede bütün Batı Berlin sınırı Doğu tarafından tellerle çevriliyor. Sonrası ise ayrı düşen aileler, sınırı geçmeye çalışırken ölen/öldürülen yüzlerce insan ve totaliter rejimlerde görülen diğer baskılar.

I am of the opinion that we must keep a large proportion 
of the political and criminal offenders in the camps for many years, 
at the very least until they have become accustomed to order, 
not until we are convinced that they have become decent people, 
but rather until their will is broken. 
There will be very many who can never be released. 
Heinrich Himmler, Schutzstaffel (SS) lideri

Bu hüzünlü hikayesine rağmen Berlin bu sis bulutunu dağıtmak için uğraşıyor gibi geldi bir yandan da. Geçmişi yok saymak yerine ondan ders çıkarmak için çaba sarfediyor sanki. İkinci Dünya Savaşı ve Doğu Almanya geçmişine ait onlarca müzeyi, çoğunluğu Alman olan diğer ziyaretçiler ile beraber dolaştım. Bastonuyla gezen yaşlılar geçmişi mi yad ediyordu, yoksa günah mı çıkarıyordu, bir fikrim yok.


Like the mood in August 1914, that of 1933 represented 
the actual power base of the coming Führer state. There was 
a very widespread sense of release and liberation from democracy. 
What is a democracy to do when the majority of the population 
no longer wants it? There was a desire for something genuinely new; 
popular rule without parties, popular leader figure. 
Sebastian Haffner, Gazeteci 

Berlin'deyken konu mutlaka "döner kebab"a da geliyor. Ülke ikiye bölündükten sonra Batı tarafından kimse Berlin'e yerleşmek istemiyor, sonuçta savaş sırasında yıkılmış, Doğu Almanya'nın içinde hapis bir şehirden söz ediyoruz. Batı Berlin'e yerleşeceklerin zorunlu askerlikten muaf oldukları ilan edilince sanatçılar, pasifistler, anarşistler, enteller şehrin yolunu tutuyorlar. Ama şehri baştan inşa edecek kitlenin bunlar olmadığı belli. Türkiye ile yapılan anlaşmayla Türk işçiler geliyor bu sefer şehre. Üç tarafı Doğu Berlin tarafından sarılmış Kreuzberg'e yerleştiriyorlar onları. Onlarla beraber döner de Berlin'e ve oradan bütün Avrupa'ya ulaşmış oluyor. Şimdi ise Kreuzberg, cafelerinde çekirdek çitleyen teyzelerin yanında eski fabrikalardan bozma club'larda kopmaya giden gençlere de ev sahipliği yapıyor.



Berlin'de geçen dört günden sonra yolculuk Dresden'e. Ne beklemem gerektiği konusunda bir fikrim yok. Savaş sonunda merkezinin %90'ı yıkılan şehir neredeyse tamamen yeniden inşa edilmiş durumda. Ancak bu da her şeye yapay bir hava katıyor. Sanki gelecek turistlere göstermek için fanusta saklanan bir şehir burası. Berlin'in tersine, geçmişe yönelik hiç bir işaret yok burada, sanki geçmiş hiç yaşanmamış gibi. Berlin anlatmaya ne kadar hevesliyse, Dresden de unutmaya. Yağmurlu havanın da etkisiyle Dresden'e fazla yüz vermiyorum, onun da pek umrunda değil zaten.



Ertesi gün Münih'e doğru yola çıkıyorum ve tren istasyonundan çıktığımda tekrar yaşayan bir yere vardığım için mutluyum. Münih'in de Berlin gibi hayat dolu bir şehir olduğu ilk andan itibaren belli oluyor. Ama zaman geçtikçe, Berlin'in kaotik halinden fersah fersah uzakta olduğunu farkediyor insan. Daha bir düzenli, daha bir "alman" gibi. Amsterdam yeşil bir şehir; en fazla yarım saat harcayarak şehirden uzaklaşıp yeşile doyabiliyorsun. Münih ise bunu daha uç bir noktaya taşımış, 15 dakika içinde medeniyetten kopup ağaçların arasında kaybolabiliyorsun. Medeniyetten koparken bile en yakın Biergarten'a beş dakika uzaklıkta olmak Oktoberfest'i kutlayan bir şehirde beni hiç şaşırtmıyor.



Son günümü Dachau'ya ayırıyorum, Naziler'in iktidara gelmelerinden sonra ilk açılan ve savaşın sonuna kadar "halka zararlı" herkesin gönderildiği Dachau toplama kampına. 2.000 kişilik bir kapasiteyle kurulan ama savaş biterken 35.000 kişinin "gözetim" altında tutulduğu kampa başlangıçta politik muhalifler gönderilirken, daha sonra eşcinseller, sosyal açıdan uyumsuzlar, çingeneler ve hükümlüler de yollanmış. Kampta çoğunluğu Yahudiler oluştursa da , Naziler onları üstteki kategorilerden birine yerleştirirlermiş çünkü kimsenin sadece Yahudi olduğu için bu kampa gönderilmediği idda edilirmiş. Kampın içinde yarım gün geçirince insanın morali bozuluyor doğal olarak ama buranın tekrarlanmaması için (kamptaki anıtta yazdığı gibi, Nie wieder...) hatıraları canlı tutmak gerekiyor.



Aslında gezimin tamamını göz önüne alınca; Hitler'in, Dachau'nun, Berlin Duvarı'nın tekrar yaşanmaması için Almanlar'ın çözüm yolunu bulduklarını farkediyorum: Geçmişinden kaçmamak, geçmişini inkar etmemek, geçmişi yaşanmamış varsaymamak; tam tersine, onunla yüzleşmek. Darısı geçmişi kanlı ve karanlık diğer ülkelerin başına.

* Aradaki pasajlara Topographie Des Terrors müzesini gezerken rastladım. Serbest çağrışım yaptılar.



14 Ağustos 2012

açık mektup



Sevgili Ezgi, Özgür ve Pınar,

Oturdum; sizlere, geride kalanlara bir-iki satır yazayım istedim ama olmuyor. Gitmiyor hiç bir yere düşüncelerim, boş boş bakıyoruz birbirimize. Moralim bozulduğundaki hafif bir tedirginlik var üzerimde. Eskiden "yok artık, bu kadar da olmaz!" diyip günüme devam edebilirdim, şimdi ise sıradakine hazırlamaya çalışıyorum kendimi. Bu sefer sırayı da tutturamadım ama, süprize hazırlıksız yakalandım. Siz bekliyor muydunuz sahi? Eyüp, bir çapsızlık yapacağının sinyallerini veriyor muydu ufaktan?

Hazır adı geçmişken... Ertuğrul Özkök'ün adını duyduğunuzda önce aklınıza iki-üç tane kelime gelir, ondan sonra Hürriyet'in eski genel yayın yönetmeni dersiniz ya.. Eyüp'ün ismini duyduğumda aklıma hep bugün gelecek işte. Yıldırım Türker'i sansürlemeye çalışan çalışan zavallı diye anacağım en başta, sonra diğer yediği boklara gelecek sıra. Gördünüz mü, gene aynı hatayı yapıyordum neredeyse, bir sonraki süprize hazırlıksız yakalanacaktım az daha. Siz benden daha iyi tanıyorsunuzdur, daha da alçalabilir mi bu eleman sizce?

Samimiyetimi hoş görün, tanışmıyoruz ama bu adamın kulağını çekip yola getirme görevi artık sizde, dikkat edin kendinize orada. Ayrıca gördüğünüzde Koray Çalışkan'a, Yetvart Danzikyan'a, Ali Topuz'a, Gökçe Aytulu'ya, Gündüz Vassaf'a, İsmail Saymaz'a ve Berrin Karakaş'a çok selamlar.

Sevgiler,
Aydın

15 Temmuz 2012

Yetmez ama Teşekkürler



Sevgili Ahmet Altan, dün polis binlerce gaz bombası kullanınca ellerindeki stoklar tükenmiş Diyarbakır'da. Devlet baba miting yapmalarına izin vermemiş Diyarbakırlılar'ın, 85 kişiyi gözaltına almış, 100 tane de yaralı varmış. Resmi rakam bu tabi, bizimkileri tanıyorsak gerçek rakam daha fazladır mutlaka. 2-3 gazete dışında da kimse ilgilenmemiş bu konuyla. İktidara bugüne kadar gösterdiğiniz destek için dün Diyarbakır'da devlet terörü uygulayanlar "Yetmez Ama Teşekkürler" diyorlar size.


Sevgili Oral Çalışlar, 11 senedir düzenli olarak gerçekleşen bir festivalin destekleyicisi olan firma, mahalle baskısı nedeniyle sponsorluktan çekilmek zorunda kaldı bu sene. İktidar goygocularının baskısı bununla da kalmadı, müziğini dinlerken birasını yudumlamak isteyenlerin elinden içeceğini de aldı. Mahalleli, referandum sırasında verdiğiniz destek nedeniyle "Yetmez Ama Teşekkürler" diyerek selam yolluyor size.

Ve sevgili Ahmet İnsel, Ömer Laçiner, Yasemin Çongar, Dilek Kurban, Adalet Ağaoğlu, Oya Baydar ve geri kalanlarınız. Sizin teşekkürünüz 3 kişinin hayatına son vermiş bir katilden geliyor. Onun sözleriyle aktarayım ki yanlış anlaşılma olmasın: "Ben sadece bu süreç içerisinde özellikle 12 Eylül referandum sürecinde ’evet’ oyu veren herkese buradan teşekkürlerimi iletiyorum". Bir katil, hapisten çıkmasına yardım ettiğiniz için "Yetmez ama Teşekkürler"ini gönderiyor size, aldınız umarım.

"... Ama artık zor! Biz artık bu ülkeyi sevmiyoruz. Ya da Kaiser Chiefs şarkısı ‘Everyday i love you less and less’in çok güzel anlattığı gibi, sevgimiz her gün biraz daha azalıyor. Yakında da tükenir zaten..." diye yazmış Radikal'den Elif Türkölmez, katılmamak elde mi? İstisnasız her sabah, ne kadar zavallı insanların yönettiği ve yönetildiği bir ülkenin vatandaşı olduğumu hatırlatan en azından bir haber okuyarak başlamak zorunda kalıyorum güne. Gurur duymak gibi bir beklentim ya da kaygım zaten yok ama en azından daha da fazla üzülmeme, umutsuzluğa kapılmama neden olmayın.

8 Temmuz 2012

Rock Werchter 2012 (2/2)

by Jokko

Festivalin üçüncü gününde bulutlu bir hava bizi bekliyor. Zaten yavaştan yorulmaya da başladığımız için bugün  kimsenin koşturma isteği yok. Çadırların önünde açık havada bir kahvaltı yapıyoruz gevşek bir şekilde. Sonra da doğrudan festival alanına yönelmek yerine yol üstündeki bir beer tent'e yerleşiyoruz. Öğle vakti içilen biralarla üstümüze biraz daha ağırlık çöküyor ama bu kadar yeter diyip konserlere bakmaya gidiyoruz, gene de başarılı olamıyoruz. Wolfmother, Noah and the Whale ve Kasabian yorgunluk, sarhoşluk ve açlık hislerine kurban gidiyorlar. Gruplara şöyle bir bakıp genellikle çimenlerde yayılıyoruz. En sonunda karnımızı doyurup Mumford&Sons ile konser formatına geçiyoruz. Benim gruptan pek fazla bir beklentim zaten yoktu, onlar da üstüne bir şey ekleyemiyorlar. Seyirciyle muhabbetleri güzel olsa da kimse tam bir havaya giremiyor gibi geliyor. Bir de Little Lion Man'i iki defa çaldıklarını duyunca bir not daha kırıyorum. Onları yarıda bırakıp, daha önce sadece isimlerini duyduğum M83 için Pyramid'e yöneliyorum. Sahnede oldukça hareketli bir grup var karşımda, canlı çalmaları daha da dinamizm getiriyor müziklerine. Bana ilk anımsattıkları Drive'ın soundtrack'i oluyor, biraz daha dans edilebilir olanı.

by Jokko

Konser bittikten sonra Agnes Obel için beraber Barn'a gidiyoruz ama bir piyano ve bir çellodan oluşan ekip fazlasıyla akustik bir müzik yapıyor ve ses düzeyi de düşük olunca pek birşey anlayamadan alanı terkediyoruz. Bu sırada ana sahnede The xx var fakat sanki kendi başlarına takılıyorlarmış gibiler. Müziklerinde hiç bir sorun yok fakat yanlış sahnede, yanlış saatte çalıyorlarmış gibi geliyor bana. Kısa bir süre izleyip Regina Spektor için Pyramid'e gidiyoruz tekrar. Karşımıza kırmızı dudakları, kocaman ağzı ve kıvır kıvır saçlarıyla peluş hayvan gibi bir kadın çıkıyor. Tori Amos havalarında bir müzik ama araya kattığı doğaçlama seslerle süpriz bir şekilde sevimli ve eğlenceli bir konser izliyoruz. Regina Spektor günün süprizlerinden biri oluyor kesinlikle. Konseri son 15 dakikasında bırakıp ana sahneye gidiyoruz.

by Koen Keppens

Diğer günlerdeki headliner'lar hep efsanelerden seçilmişken Editors'a burun kıvırmıştım. Grup da bunun farkında olacak ki babaların arasında ezilmemek için dersine iyi çalışmış, geride kalan üç gün içindeki en iyi sahne prodüksiyonunu izliyoruz. Havai fişekler, alevler, sahne arkasındaki LED ekran derken konseri izlemek ayrı bir eğlenceye dönüşüyor. Grubun performansı da üst düzeyde olunca gün boyunca düşük seviyelerde dolaşan enerjmiz gün sonunda yükseliyor. Konserden sonra bira arası verip alanda dolaşıyoruz biraz. Yarım saat sonra ana sahnede hiç bir beklentimizin olmadığı Chase&Status çıkıyor ve işte karşımızda günün süprizi. Biz yerimizde ufak ufak sallansak da alandaki herkes dans ediyor heralde. Kendi şarkılarını çaldıkları kadar araya Rage Against The Machine vs gibi remixler atarak harika bir konser veriyorlar. Keyfimiz tavan yapmış şekilde çadırın yolunu tutuyoruz.


Artık festivalin son gününde iyice keyif moduna geçiyoruz. Enerjimiz zaten azalmış, ertesi gün eve döneceğimizi bilmenin moral bozukluğu, hava zaten soğuk ve yağmura doğru koşar adım gidiyor.. Gene yavaş bir kahvaltı sonrası festival alanına gidelim diyoruz ama saat 2 gibi yağmur başlayıveriyor, çadırlara geri dönüyoruz. Yağmur kesildikten sonra bir kısım festival alanına gidiyor, ben biraz daha bezginlik yapıyorum. Alana geldiğimde Dropkick Murphys sahnede. İrlanda ezgileri üç şarkı boyunca ok ama bunu bir saate yayınca fenalık gelmeye başlıyor insana. Onları bırakıp M.Ward'ı izlemeye gidiyoruz ama o da blues ezgileri ile derdimize derman olamıyor. Dermanımı Die Antwoord ile Pyramid'de buluyorum. Güney Afrika'dan bir freak show projesi. Hip hop dinlemek çok fazla tatmin etmese de grubu sahnede izlemek çok zevkli. Grup marjinal tiplerden oluşunca izleyicisi de fazla oluyor doğal olarak.

by Koen Keppens

Sırada ana sahnede Florence + The Machine. Farklı bir gezegenden buraya gönderilmiş gibi bir kafada Florence Welch, sahnede olmak kesinlikle çok yakışıyor. O da bunun hakkını veriyor, seyirciyle diyalogları, sahneye hakimiyeti hepimizi etkiliyor. Müzikler de tamam olunca bence son günün en iyi performansını izliyoruz. Chasing Cars rezaleti nedeniyle, daha festivale gelmeden önce Snow Patrol izlememeye karar vermiştim. Onlar sahnedeyken Knife Party'e bakmaya gidiyorum ve beni tanıyan herkesin gözlerini yaşartacak şekilde bir saat boyunca dans ediyorum. Başlarda standart diye izlerken bir yerden sonra fazlasıyla sarıyor müzikleri. Aynı şekilde başlarda alanda boşluklar varken, bir süre sonra saflar iyice sıklaşıyor. İlk defa bir elektronik müzik performansında pogo yapıldığına şahit oluyorum.

by Koen Keppens

Dans edip ısındıktan sonra (hava sıcaklığı 12-13 dereceye kadar düşmüş durumda), diğerleriyle buluşmak ve Red Hot Chili Peppers için ana sahneye gidiyorum. Bana dışarıdan göründükleri eğlenceli havayı sahneye yansıtamadılar gibi geliyor. Seyirci ile iletişim yok denecek kadar az ve daha çok jam session şeklinde bir konser. O kadar hit çıkarmış bir gruba göre de zayıf bir setlist ayrıca. Her ne olursa olsun karşımızdaki RHCP. Aramızdaki grubun fanları konserden fazlasıyla memnun olarak ayrıldıkları için sorun yok diye düşünüyorum. RHCP ile beraber Rock Werchter'in sonuna geliyoruz. Havai fişek gösterisi ile festivalin kapanışı gerçekleşiyor ve çadırlarımızın yolunu tutuyoruz.


30 yaşından önce yurtdışında bir müzik festivaline gideceğim diye kendime verdiğim sözü tutmuş oldum bu sayede. Beklediğim kadar zor geçmediği için bu sözümü "35 olmadan bir kere daha" olarak update ediyorum. Artık seneye mi, yoksa ondan sonraki senelerin birinde mi olur bilemiyorum ama Werchter yollarına çok uzatmadan bir kez daha düşmek lazım.

4 Temmuz 2012

Rock Werchter 2012 (1/2)



The Cure, Pearl Jam, Editors, RHCP... - Werchterpark@Belgium - 28.06-01.07.2012 - 195 €

Liseden beri hayalini kurmuşumdur yurtdışında bir festivale gidip 3-4 gün boyunca elimde bira, bir sahneden diğerine gitmeyi, sevdiğim grupları izlemeyi, yeni sesler keşfetmeyi. TR'de (sanırım) H2000 ile başlayan serüven, benim de ilk konakladığım festival olan Rock'n'Coke ile devam etti bir süre, o da yapılmıyor artık heralde. İlk başta geyiğine ortaya atılmış bir lafı hepimizin ciddiye almasıyla şubat ayında Rock Werchter biletlerimizi cebimize koymuştuk. Benim festivalde eğleneceğim garantiydi de, 4 gün boyunca çadırda nasıl kalacaktım, ne kadar sefil olacaktım, festivalin sonunu görebilecek miydim? Yaşım otuz olmadan önce yurtdışında böyle bir festivale gitmeye söz vermiştim kendime, sürenin sonuna gelmeden sözümü tutmuş oldum bu sene.


Festival alanına yakın bir kampa yerleşebilmek için Perşembe günü çok geç olmadan yola çıktık. Werchter biletinin bir güzelliği, Belçika içindeki tren ulaşımınızı da kapsaması. Uçakla Brüksel'e inen birisinin ufak bir ekstra dışında hiç bir ücret ödemesine gerek kalmıyor. Bizim rotamız trenle Amsterdam-Mechelen-Leuven şeklindeydi. Amsterdam Centraal'de Werchter yolcuları az da olsa göze çarpıyordu ve sonraki her istasyonda trenin yaş ortalaması düşmeye başladı. Rotterdam'da binen festivalciler artık ayakta gidiyorlardı, Roosendal'da bir kısım trene dahi binemedi. Mechelen'deki aktarma ise artık belediye otobüsüne dönmüştü, izin verseler kapılardan dahi sarkacaktı insanlar. Yaş ortalaması ise 15'e kadar düşmüş, "ulan beni aşacak galiba bu iş!" gibi düşünceler kafamdan geçmeye başlamıştı. Biz parlak kırmızı Perry torbalarında çadır ve utku tulumlarını taşıyarak dikkat çekiyorduk, bazıları da bildiğin hayvan gibi çek-çek bavul ile gelmeyi uygun görmüştü. Kısacası amatörler hemen kendini belli ediyordu. Leuven'de indikten sonra zaten tabelalar bizi yakındaki otobüslerin kalktığı yere yönlendirdi, hiç sıra beklemeden hemen bindik ama sabah gitmeye çalışanların yaklaşık yarım saat beklediklerini öğrendik sonradan. Yaklaşık 15 dakika sonra Werchter'e varmıştık.


Bizden daha önce kamp alanına varan arkadaşlar sayesinde A4 kampında çadırlar için yerimiz ayrılmıştı çoktan, fazla zorlanmadan her iki çadırı da kurduk. Trende kırmızı torbalarımızla dikkat çekerken, kamp alanında da "We are the campions" (maalesef typo) yazan, turnuvaya ilk turda 0 (yazıyla sıfır) puanla veda eden turuncu Hollanda çadırlarımızla buradayız diyorduk. Bir kaç laf atma dışında kimse parmakla gösterip yüzümüze gülmedi ama. A4 kamp alanı oldukça büyük ve çadır kurulabilecek yerler açık şekilde belli, kurulamayacak yerlerdeki çimenler kısaltılıp yol haline getirilmiş durumdaydı. Yiyecek ve içecek alınabilecek ufak bir büfesi var ve musluklardan akan su içilebiliyor. Tek falsosu duşun olmaması, herkes kafasını musluklarda yıkıyor zaten. Duş almak isteyenler de ya A3 kampına gidiyor ya da şişe dolusu suyu başından aşağı boca ederek yolunu buluyor. Erkekler için portatif pisuvarlar mevcut, normal tuvaletler ise sabahları çok kalabalık oluyor ama öğleden sonra tenhalaşıyorlar ve hergün temizlendikleri için kısmen temiz durumdalar.


Çadırları kurduktan sonra festival alanına doğru insan selinin içinde yürümeye başlıyoruz. Kamp alanımız ve festival alanı arası yaklaşık 15 dakika ama yol seyyar yiyecek ve içecek noktalarıyla dolu. Adım başı bir beer tent, sandwich, vietnamese, piliç çevirme, sosis, haribo (!) satan bir büfe yerleştirilmiş. Buralarda doğrudan nakit para ile alışveriş yapılabiliyor. Girişte çok büyük bir kalabalık bizi bekliyor, güneşin altında binlerce kişi sırada. Artık bu adamların sütlüğünden mi, beyaz tenlerinde mi nedir, her 5 dakikada biri bayılıyor. Yaklaşık yarım saat sonra içerdeyiz ama hava gerçekten çok sıcak, alan resmen kavruluyor. Festival alanındaki üç noktaya sadece serinleme amaçlı musluklar koyulmuş, hemen kafaları altına sokuyoruz. Sabahtan beri doğru düzgün bir şey yemediğimiz için kuponlarımızı alıp yemek kısmına yöneliyoruz. Yiyecekler içeride oldukça pahalı: hamburger 5 eur, salata 7.5 eur, döner 10 eur, patates kızartması 5 eur, ufak sandwich 5 eur, her türlü içecek 2.5 eur.


Rock Werchter bu sene üçüncü bir sahneyi daha ekledi bünyesine. Önceki senelerde kurulan Main Stage ve Pyramid Marquee'ye (daha çok elektronik ve alternatif tarzları yer aldığı) ek olarak The Barn adında, açık hava festivalinde konser salonu havası yakalamayı amaçlayan bir sahne daha kuruldu bu sene. Her üç sahne de birbirine çok yakın, aralarındaki mesafe 3 dakikayı geçmiyordur. Bu şekilde sahneden sahneye çok rahat bir şekilde gidilebiliyor. Pyramid ve Barn zaten yan yana ve gruplar dönüşümlü olarak sahne alıyorlar.

by Jokko

İlk gün olmasının heyecanıyla fazla uzatmadan sahnelere koşmaya başlıyoruz. Festivali Amon Tobin ile açıyorum. Daha önce bir konser videosunu izleyip ağzım açık kaldığı için beklentim büyük. Sahneye değişik bir yapı kuruluyor ve bu yapıya müziğe uygun görseller yansıtılıyor. Pek anlatılacak gibi değil, linkten bakmanızı tavsiye ediyorum. Müzik açısından çok etkilenmesem de ufak çaplı bir görsel şölen sunuyor bana. Sonrasında çimenlere yayılarak Rise Against'e bakıyoruz, pek fazla cazip gelen bir yanları yok. Festival alanının büyük kısmı çimen olduğu için boş vakitlerde yayılacak fazlasıyla alan var, ağaçların gölgesinde rahat bir şekilde vakit geçiriliyor. Sırada eskilerden Cypress Hill var, Pyramid'de çıkmalarına rağmen dışarıya taşan kalabalık çoktan yerini almış durumda zaten. Bir kaç şarkı sonrasında beklediğimizi bulamayıp ayrılıyoruz. Zaten ana sahneye Blink 182 çıkmış durumda. İlk dikkatimizi çeken adamların yaşlanmış oldukları, bildiğin orta yaşa doğru emin adımlarla gidiyorlar. Buradan kendi adıma bir çıkarım yapıp "Lan ben de yaşlanıyorum" diye hayıflanıyorum ama trende yaşadığım gibi bir şok yaratmıyor çünkü festivalin yaş ortalaması 25-30 arasına çıkmış durumda. Blink 182 mikrofona geğirmekten tut, kondom kullanma öğütlerine kadar her türlü ergen mesajını veriyor ama sahnede fazlasıyla eğlenceliler. Biranın da etkisiyle yüzümüz hafiften gülmeye başlıyor. 


by Rob Walbers

Ana sahneyi yarıda bırakıp Garbage'ı görmek için Barn'a yöneliyoruz. Grubu görünce ilk aklımdan geçen "Shirley Manson da yaşlanmış lan" oluyor üzülerek. İkinci aklımdan geçen ise "Kadın hala fıstık gibi". Beklediğimden daha güzel, hatta harika bir konser veriyorlar. Seneler öncesinden hatırladığım Stupid Girl, I'm Only Happy When It Rains gibi klasiklerin nakaratlarına eşlik ederken buluyorum kendimi. Konseri sonuna kadar izleyip Netsky'a bakmaya gidiyorum. 23 yaşındaki Belçikalı DJ, Cypress Hill'den de daha büyük bir kalabalığa çalıyor ve millet çılgınlar gibi dans ediyor. Canlı grubuyla beraber hareketli bir drum'n'bass show'uyla Pyramid yıkılıyor bir nevi. Konser bittikten sonra bir başka Belçikalı'nın konserine gidiyoruz: Selah Sue ev sahibi olmanın avantajıyla seyircilerden büyük ilgi görüyor. Bu sene Efes One Love'da konser verecek, fırsatınız varsa gidip görün. Konserin sonuna kadar kalmadan ana sahneye koşturuyorum, sırada günün headliner'ı var. 


by Rob Walbers

The Cure sahnede best of gibi bir setlist çalıyor, Disintegration yok ama From The Edge... ile avutuyorum kendimi. Robert Smith'in sesi bu yaşında bile hala çok iyi. İlk defa canlı izlediğim Rock'n'Coke'daki gibi gene fazla iletişim kurmuyor, kurunca da sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi oluyor. Simon Gallup'un yazdığı bass line'lara ise bir daha, bir daha hasta oluyorum. Konserden sonra hem güneşten, hem de sabahtan beri ayakta olmanın verdiği yorgunlukla daha fazla dayanamıyorum. Önce Skrillex'e bakıyorum kısaca. Hem kendisi, hem de önündeki korkunç kalabalık dub-step ile çılgınlar gibi eğleniyorlar. Amerika'da popüler olduğunu biliyordum, Avrupa'da da seveni pek bir çokmuş. Bu sırada ana sahnede Justice var ve The Cure'un çaldığı kadar bir kalabalığa çalıyorlar. Ben ise pes edip çadırın yolunu tutuyorum.


İkinci güne yağmur ile başlıyoruz. 12'ye kadar süren yağmur bir yandan bizi çadırdan çıkarmıyor, bir yandan da geç saate kadar rahatça uyumamıza imkan veriyor. O kadar yağmur yağmasına rağmen ne kamp ne de festival alanı çamur deryasına dönüşmüyor. Ayakkabılar illa bok oluyor ama hiç kimsenin ki çöpe atılacak kıvama gelmemişti festival sonunda. Kahvaltılık bir şeyler atıştırıp 14:00'de çıkacak olan Mastodon'a yetişmek üzere yola düşüyoruz. Bir ay önce, gene Werchter'de izlediğimizde hayran kaldığımız grup tekrar karşımızda. Sahnede son albümleri The Hunter'ın büyük kısmını çalıyorlar ve biz gene adamlara hayran kalıyoruz. İkinci albümlerinden beri son dönemde metal müziğin başına gelmiş en güzel şey olarak bahsedildiğini duyuyordum, sahnede gördükten sonra, geç de olsa, katılmadan edemiyorum. Mastodon sonrası etrafta biraz vakit geçirip, hiç bir beklenti olmadan Katzenjammer'i görmeye gidiyoruz.

by Koen Keppens

Multi-enstrümantalist 4 hatun ve süper eğlenceli bir sahne performansı. Yaptıkları folk müzik ile izleyen herkesi eğlendirmeyi başarıyorlar, Barn'dan ayrılırken hepimizin keyfi yerinde. Katzenjammer sonrası ana sahnede Gossip'i dinlemekte sıra. Bir şok da burada yaşıyorum, sahnede görmeye pek de alışık olmadığımız formatta bir frontwoman var. Aynı şekilde, sesi de alışık olmadığımız kadar muhteşem. Seyirciyle olan konuşmaları, hareketleri, o haliyle en aşağı seyircinin arasına kadar inmesi, sempatikliği ile bütün puanları topluyor benden. Müzik de güzel olunca Gossip'in adını dönünce bakmak üzere bir kenara not ediyorum. Günün daha yarısına geldik ve şu ana kadar muhteşem gidiyoruz diye keyifleniyorum. Jack White is overrated diyerek dışarıda yemek yemeye çıkıyoruz.

by Rob Walbers

Alana geri döndüğümüzde Lana Del Rey'i görmeye Barn'a yöneliyoruz, hatun güzellikten ve karizmadan ölüyor resmen. Video Games şarkısı nedense beni ürküttüğü için soğuk yaklaşıyordum, diğer şarkıları ile bu fikrimi değiştirdi sayılır. Gene de bu tarz bir festivale uygunluğu tartışılır bence. Lana Del Rey sonrası ana sahnede Belçika'nın pop/rock'taki temsilcisi, emektar Deus'u izlemeye gidiyoruz. Çok fazla etkilemese de sıkılmadan vakit geçirtiyor.

by Koen Keppens

Sırada ise üç gün içinde ikinci defa izleyeceğim Pearl Jam. Konser muhteşemdi, setlist muhteşemdi, grup muhteşemdi, seyirci muhteşemdi, başka bir şey demeye gerek yok. Konserin sonlarına doğru Eddie Vedder'ın seyircilerin arasında gördüğü 10 yaşındaki bir çocuğu babasıyla beraber sahneye çıkarması ve Rockin' in the Free World'e dahil etmesi ise gruba olan sevgi ve saygımı daha da arttırdı. Sahnede olmaktan bu kadar zevk alan ve dinleyicilerine bu kadar saygı duyan, bu büyüklükte grup çok az sayıdadır heralde. Tek üzüldüğüm nokta grubu üç kez izlememe rağmen Black'i hala canlı dinleyememiş olmak.


Konser biter bitmez, Barn'a Beirut dinlemeye koşturuyoruz. Bu sırada Pearl Jam sonrası Beirut dinlemeye gittiğimi düşünüyorum ve line-up'ın ne kadar muhteşem olduğunun tekrar farkına varıyorum. Muhtemelen Beirut'u kısa süre önce izlemiş ve PJ sırasında bütün mutluluk hormanlarımı harcamış olmamın etkisiyle konserin tam havasına giremiyorum. "Nantes"ı çalmaya başlamalarıyla bir anda tersine dönüveriyor rüzgar, aynı şekilde seyirci de çılgına dönüyor. Konseri ufak bir parti kıvamında sonlandırıyorlar.

by Koen Keppens

Bizim ekibin bir kısmı çadıra, bir kısmı Deadmau5'a yönelirken, biz Birdy Nam Nam'ı görmeye gidiyoruz. Festival öncesi bir kaç videosunu görüp merak ettiğim ekip resmen ortalığı dağıtıyor. 4 DJ'in scratch'leri ile Pyramid ve dışına taşmış olan millet kopup gidiyor, biz de ufaktan sallanmaya başlıyoruz yerimizde. Adamların yaptığı müziği anlamak için bu video daha yardımcı olacaktır, çadırda çaldıkları daha kopmaya yönelik olsa da bu da bir fikir verir mutlaka. Soğuyan hava nedeniyle konserin sonunu bekleyemeden ayrılıyoruz. Festivalin ikinci günü biterken eve döndükten sonra albümleri indirilecek grupların sayısı artıyor.