4 Temmuz 2012

Rock Werchter 2012 (1/2)



The Cure, Pearl Jam, Editors, RHCP... - Werchterpark@Belgium - 28.06-01.07.2012 - 195 €

Liseden beri hayalini kurmuşumdur yurtdışında bir festivale gidip 3-4 gün boyunca elimde bira, bir sahneden diğerine gitmeyi, sevdiğim grupları izlemeyi, yeni sesler keşfetmeyi. TR'de (sanırım) H2000 ile başlayan serüven, benim de ilk konakladığım festival olan Rock'n'Coke ile devam etti bir süre, o da yapılmıyor artık heralde. İlk başta geyiğine ortaya atılmış bir lafı hepimizin ciddiye almasıyla şubat ayında Rock Werchter biletlerimizi cebimize koymuştuk. Benim festivalde eğleneceğim garantiydi de, 4 gün boyunca çadırda nasıl kalacaktım, ne kadar sefil olacaktım, festivalin sonunu görebilecek miydim? Yaşım otuz olmadan önce yurtdışında böyle bir festivale gitmeye söz vermiştim kendime, sürenin sonuna gelmeden sözümü tutmuş oldum bu sene.


Festival alanına yakın bir kampa yerleşebilmek için Perşembe günü çok geç olmadan yola çıktık. Werchter biletinin bir güzelliği, Belçika içindeki tren ulaşımınızı da kapsaması. Uçakla Brüksel'e inen birisinin ufak bir ekstra dışında hiç bir ücret ödemesine gerek kalmıyor. Bizim rotamız trenle Amsterdam-Mechelen-Leuven şeklindeydi. Amsterdam Centraal'de Werchter yolcuları az da olsa göze çarpıyordu ve sonraki her istasyonda trenin yaş ortalaması düşmeye başladı. Rotterdam'da binen festivalciler artık ayakta gidiyorlardı, Roosendal'da bir kısım trene dahi binemedi. Mechelen'deki aktarma ise artık belediye otobüsüne dönmüştü, izin verseler kapılardan dahi sarkacaktı insanlar. Yaş ortalaması ise 15'e kadar düşmüş, "ulan beni aşacak galiba bu iş!" gibi düşünceler kafamdan geçmeye başlamıştı. Biz parlak kırmızı Perry torbalarında çadır ve utku tulumlarını taşıyarak dikkat çekiyorduk, bazıları da bildiğin hayvan gibi çek-çek bavul ile gelmeyi uygun görmüştü. Kısacası amatörler hemen kendini belli ediyordu. Leuven'de indikten sonra zaten tabelalar bizi yakındaki otobüslerin kalktığı yere yönlendirdi, hiç sıra beklemeden hemen bindik ama sabah gitmeye çalışanların yaklaşık yarım saat beklediklerini öğrendik sonradan. Yaklaşık 15 dakika sonra Werchter'e varmıştık.


Bizden daha önce kamp alanına varan arkadaşlar sayesinde A4 kampında çadırlar için yerimiz ayrılmıştı çoktan, fazla zorlanmadan her iki çadırı da kurduk. Trende kırmızı torbalarımızla dikkat çekerken, kamp alanında da "We are the campions" (maalesef typo) yazan, turnuvaya ilk turda 0 (yazıyla sıfır) puanla veda eden turuncu Hollanda çadırlarımızla buradayız diyorduk. Bir kaç laf atma dışında kimse parmakla gösterip yüzümüze gülmedi ama. A4 kamp alanı oldukça büyük ve çadır kurulabilecek yerler açık şekilde belli, kurulamayacak yerlerdeki çimenler kısaltılıp yol haline getirilmiş durumdaydı. Yiyecek ve içecek alınabilecek ufak bir büfesi var ve musluklardan akan su içilebiliyor. Tek falsosu duşun olmaması, herkes kafasını musluklarda yıkıyor zaten. Duş almak isteyenler de ya A3 kampına gidiyor ya da şişe dolusu suyu başından aşağı boca ederek yolunu buluyor. Erkekler için portatif pisuvarlar mevcut, normal tuvaletler ise sabahları çok kalabalık oluyor ama öğleden sonra tenhalaşıyorlar ve hergün temizlendikleri için kısmen temiz durumdalar.


Çadırları kurduktan sonra festival alanına doğru insan selinin içinde yürümeye başlıyoruz. Kamp alanımız ve festival alanı arası yaklaşık 15 dakika ama yol seyyar yiyecek ve içecek noktalarıyla dolu. Adım başı bir beer tent, sandwich, vietnamese, piliç çevirme, sosis, haribo (!) satan bir büfe yerleştirilmiş. Buralarda doğrudan nakit para ile alışveriş yapılabiliyor. Girişte çok büyük bir kalabalık bizi bekliyor, güneşin altında binlerce kişi sırada. Artık bu adamların sütlüğünden mi, beyaz tenlerinde mi nedir, her 5 dakikada biri bayılıyor. Yaklaşık yarım saat sonra içerdeyiz ama hava gerçekten çok sıcak, alan resmen kavruluyor. Festival alanındaki üç noktaya sadece serinleme amaçlı musluklar koyulmuş, hemen kafaları altına sokuyoruz. Sabahtan beri doğru düzgün bir şey yemediğimiz için kuponlarımızı alıp yemek kısmına yöneliyoruz. Yiyecekler içeride oldukça pahalı: hamburger 5 eur, salata 7.5 eur, döner 10 eur, patates kızartması 5 eur, ufak sandwich 5 eur, her türlü içecek 2.5 eur.


Rock Werchter bu sene üçüncü bir sahneyi daha ekledi bünyesine. Önceki senelerde kurulan Main Stage ve Pyramid Marquee'ye (daha çok elektronik ve alternatif tarzları yer aldığı) ek olarak The Barn adında, açık hava festivalinde konser salonu havası yakalamayı amaçlayan bir sahne daha kuruldu bu sene. Her üç sahne de birbirine çok yakın, aralarındaki mesafe 3 dakikayı geçmiyordur. Bu şekilde sahneden sahneye çok rahat bir şekilde gidilebiliyor. Pyramid ve Barn zaten yan yana ve gruplar dönüşümlü olarak sahne alıyorlar.

by Jokko

İlk gün olmasının heyecanıyla fazla uzatmadan sahnelere koşmaya başlıyoruz. Festivali Amon Tobin ile açıyorum. Daha önce bir konser videosunu izleyip ağzım açık kaldığı için beklentim büyük. Sahneye değişik bir yapı kuruluyor ve bu yapıya müziğe uygun görseller yansıtılıyor. Pek anlatılacak gibi değil, linkten bakmanızı tavsiye ediyorum. Müzik açısından çok etkilenmesem de ufak çaplı bir görsel şölen sunuyor bana. Sonrasında çimenlere yayılarak Rise Against'e bakıyoruz, pek fazla cazip gelen bir yanları yok. Festival alanının büyük kısmı çimen olduğu için boş vakitlerde yayılacak fazlasıyla alan var, ağaçların gölgesinde rahat bir şekilde vakit geçiriliyor. Sırada eskilerden Cypress Hill var, Pyramid'de çıkmalarına rağmen dışarıya taşan kalabalık çoktan yerini almış durumda zaten. Bir kaç şarkı sonrasında beklediğimizi bulamayıp ayrılıyoruz. Zaten ana sahneye Blink 182 çıkmış durumda. İlk dikkatimizi çeken adamların yaşlanmış oldukları, bildiğin orta yaşa doğru emin adımlarla gidiyorlar. Buradan kendi adıma bir çıkarım yapıp "Lan ben de yaşlanıyorum" diye hayıflanıyorum ama trende yaşadığım gibi bir şok yaratmıyor çünkü festivalin yaş ortalaması 25-30 arasına çıkmış durumda. Blink 182 mikrofona geğirmekten tut, kondom kullanma öğütlerine kadar her türlü ergen mesajını veriyor ama sahnede fazlasıyla eğlenceliler. Biranın da etkisiyle yüzümüz hafiften gülmeye başlıyor. 


by Rob Walbers

Ana sahneyi yarıda bırakıp Garbage'ı görmek için Barn'a yöneliyoruz. Grubu görünce ilk aklımdan geçen "Shirley Manson da yaşlanmış lan" oluyor üzülerek. İkinci aklımdan geçen ise "Kadın hala fıstık gibi". Beklediğimden daha güzel, hatta harika bir konser veriyorlar. Seneler öncesinden hatırladığım Stupid Girl, I'm Only Happy When It Rains gibi klasiklerin nakaratlarına eşlik ederken buluyorum kendimi. Konseri sonuna kadar izleyip Netsky'a bakmaya gidiyorum. 23 yaşındaki Belçikalı DJ, Cypress Hill'den de daha büyük bir kalabalığa çalıyor ve millet çılgınlar gibi dans ediyor. Canlı grubuyla beraber hareketli bir drum'n'bass show'uyla Pyramid yıkılıyor bir nevi. Konser bittikten sonra bir başka Belçikalı'nın konserine gidiyoruz: Selah Sue ev sahibi olmanın avantajıyla seyircilerden büyük ilgi görüyor. Bu sene Efes One Love'da konser verecek, fırsatınız varsa gidip görün. Konserin sonuna kadar kalmadan ana sahneye koşturuyorum, sırada günün headliner'ı var. 


by Rob Walbers

The Cure sahnede best of gibi bir setlist çalıyor, Disintegration yok ama From The Edge... ile avutuyorum kendimi. Robert Smith'in sesi bu yaşında bile hala çok iyi. İlk defa canlı izlediğim Rock'n'Coke'daki gibi gene fazla iletişim kurmuyor, kurunca da sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi oluyor. Simon Gallup'un yazdığı bass line'lara ise bir daha, bir daha hasta oluyorum. Konserden sonra hem güneşten, hem de sabahtan beri ayakta olmanın verdiği yorgunlukla daha fazla dayanamıyorum. Önce Skrillex'e bakıyorum kısaca. Hem kendisi, hem de önündeki korkunç kalabalık dub-step ile çılgınlar gibi eğleniyorlar. Amerika'da popüler olduğunu biliyordum, Avrupa'da da seveni pek bir çokmuş. Bu sırada ana sahnede Justice var ve The Cure'un çaldığı kadar bir kalabalığa çalıyorlar. Ben ise pes edip çadırın yolunu tutuyorum.


İkinci güne yağmur ile başlıyoruz. 12'ye kadar süren yağmur bir yandan bizi çadırdan çıkarmıyor, bir yandan da geç saate kadar rahatça uyumamıza imkan veriyor. O kadar yağmur yağmasına rağmen ne kamp ne de festival alanı çamur deryasına dönüşmüyor. Ayakkabılar illa bok oluyor ama hiç kimsenin ki çöpe atılacak kıvama gelmemişti festival sonunda. Kahvaltılık bir şeyler atıştırıp 14:00'de çıkacak olan Mastodon'a yetişmek üzere yola düşüyoruz. Bir ay önce, gene Werchter'de izlediğimizde hayran kaldığımız grup tekrar karşımızda. Sahnede son albümleri The Hunter'ın büyük kısmını çalıyorlar ve biz gene adamlara hayran kalıyoruz. İkinci albümlerinden beri son dönemde metal müziğin başına gelmiş en güzel şey olarak bahsedildiğini duyuyordum, sahnede gördükten sonra, geç de olsa, katılmadan edemiyorum. Mastodon sonrası etrafta biraz vakit geçirip, hiç bir beklenti olmadan Katzenjammer'i görmeye gidiyoruz.

by Koen Keppens

Multi-enstrümantalist 4 hatun ve süper eğlenceli bir sahne performansı. Yaptıkları folk müzik ile izleyen herkesi eğlendirmeyi başarıyorlar, Barn'dan ayrılırken hepimizin keyfi yerinde. Katzenjammer sonrası ana sahnede Gossip'i dinlemekte sıra. Bir şok da burada yaşıyorum, sahnede görmeye pek de alışık olmadığımız formatta bir frontwoman var. Aynı şekilde, sesi de alışık olmadığımız kadar muhteşem. Seyirciyle olan konuşmaları, hareketleri, o haliyle en aşağı seyircinin arasına kadar inmesi, sempatikliği ile bütün puanları topluyor benden. Müzik de güzel olunca Gossip'in adını dönünce bakmak üzere bir kenara not ediyorum. Günün daha yarısına geldik ve şu ana kadar muhteşem gidiyoruz diye keyifleniyorum. Jack White is overrated diyerek dışarıda yemek yemeye çıkıyoruz.

by Rob Walbers

Alana geri döndüğümüzde Lana Del Rey'i görmeye Barn'a yöneliyoruz, hatun güzellikten ve karizmadan ölüyor resmen. Video Games şarkısı nedense beni ürküttüğü için soğuk yaklaşıyordum, diğer şarkıları ile bu fikrimi değiştirdi sayılır. Gene de bu tarz bir festivale uygunluğu tartışılır bence. Lana Del Rey sonrası ana sahnede Belçika'nın pop/rock'taki temsilcisi, emektar Deus'u izlemeye gidiyoruz. Çok fazla etkilemese de sıkılmadan vakit geçirtiyor.

by Koen Keppens

Sırada ise üç gün içinde ikinci defa izleyeceğim Pearl Jam. Konser muhteşemdi, setlist muhteşemdi, grup muhteşemdi, seyirci muhteşemdi, başka bir şey demeye gerek yok. Konserin sonlarına doğru Eddie Vedder'ın seyircilerin arasında gördüğü 10 yaşındaki bir çocuğu babasıyla beraber sahneye çıkarması ve Rockin' in the Free World'e dahil etmesi ise gruba olan sevgi ve saygımı daha da arttırdı. Sahnede olmaktan bu kadar zevk alan ve dinleyicilerine bu kadar saygı duyan, bu büyüklükte grup çok az sayıdadır heralde. Tek üzüldüğüm nokta grubu üç kez izlememe rağmen Black'i hala canlı dinleyememiş olmak.


Konser biter bitmez, Barn'a Beirut dinlemeye koşturuyoruz. Bu sırada Pearl Jam sonrası Beirut dinlemeye gittiğimi düşünüyorum ve line-up'ın ne kadar muhteşem olduğunun tekrar farkına varıyorum. Muhtemelen Beirut'u kısa süre önce izlemiş ve PJ sırasında bütün mutluluk hormanlarımı harcamış olmamın etkisiyle konserin tam havasına giremiyorum. "Nantes"ı çalmaya başlamalarıyla bir anda tersine dönüveriyor rüzgar, aynı şekilde seyirci de çılgına dönüyor. Konseri ufak bir parti kıvamında sonlandırıyorlar.

by Koen Keppens

Bizim ekibin bir kısmı çadıra, bir kısmı Deadmau5'a yönelirken, biz Birdy Nam Nam'ı görmeye gidiyoruz. Festival öncesi bir kaç videosunu görüp merak ettiğim ekip resmen ortalığı dağıtıyor. 4 DJ'in scratch'leri ile Pyramid ve dışına taşmış olan millet kopup gidiyor, biz de ufaktan sallanmaya başlıyoruz yerimizde. Adamların yaptığı müziği anlamak için bu video daha yardımcı olacaktır, çadırda çaldıkları daha kopmaya yönelik olsa da bu da bir fikir verir mutlaka. Soğuyan hava nedeniyle konserin sonunu bekleyemeden ayrılıyoruz. Festivalin ikinci günü biterken eve döndükten sonra albümleri indirilecek grupların sayısı artıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder