30 Temmuz 2010

Kaş

Kaş'tan ayrılmak her zaman hüzünlendiriyor beni. 2007 yazında tanıştığım bu cennete, aksatmadan dört senedir gidiyorum her yaz; kimisinde on gün kaldım, kimisinde üç.. Süreden bağımsız olarak, Kaş'ı geride bırakmak her zaman zor geldi.
Daha önce hiç bir yere bu kadar bağlı, bu kadar ait hissetmedim kendimi heralde. Ne irili ufaklı tatil köşeleri, ne de gezerken aşık oldum dediğim şehirler... İstanbul'dan ayrılırken bile hüzün kaynağım şehirden çok insanları geride bırakıyor olmaktı. (gerçi İstanbul'u geride bırakmanın mümkün olduğunu da pek zannetmiyorum; sen ne kadar onun bir parçasıysan, o da o kadar senin bir parçan oluyor.. Amsterdam'da yaşasam bile İstanbul'dan koptuğumu düşünmüyor hiç bir zaman..) Dönüş otobüsünde beni hüzünlendireni bulmaya çalışıyorum her seferinde, tek bir ipucu bile yakalayamadan yenik düşüyorum uykuya. Beni Kaş ile tanıştıran insanlarla geçirilen zaman mı, her an dalabilme özgürlüğü mü, mayo ve terlikle bir cafeye gidip Radiohead eşliğinde bira içebilmek mi, yanık dondurma mı, herkesin az biraz entel takılması mı, önünün Meis arkanın Uyuyan Dev olması mı, kimsenin kendini kasmaması mı?  
Olayım budur belki; Kaş'a yerleşebilmek için çalışmak, sonra da ayrılmamak üzere oraya demir atmak. Çünkü Kaş'tan ayrılmak her zaman hüzünlendirir beni.
Resimleri kartpostal olarak Kaş'tan aldım. İkisi de Tunç Üvendire'ye ait. Daha fazlasına Silkroad Photo Gallery'den ulaşabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder