24 Mart 2011

Ne diyecekler?


İnsanlar ne zaman patlayacak diye merak ediyorum. İlhan Selçuk sabaha karşı gözaltına alındığında "Yok artık" dediler, Türkan Saylan'ın evi basıldığında "Bu kadarı fazla" dediler, Soner Yalçın tutuklandığında "Basın özgürlüğüne darbe" dediler, Nedim Şener gözaltına alındığında "Kaygıyla izliyoruz" dediler. Basılmamış bir kitabı ortadan kaldırmaya çalıştıklarında ne diyecekler, merak ediyorum.

Türkiye'nin umudu gençlerin ne diyeceği belli. Facebook'ta muhalif haberlerin linklerini paylaşıyorlar, Taksim'de AKP'ye içiyorum event'ine katıldıklarını belirtiyorlar, bütün arkadaşlarına iktidara ne kadar da karşı olduklarını internet üzerinde gösteriyorlar. E, daha ne yapsınlar. Çoğunluğumuzun protesto kabiliyeti bununla sınırlı artık, kabul etmekten başka çare yok.

Peki, Yetmez Ama Evet'çiler ne diyecek? Ne olur, daha fazla bir şey demesinler.

Ben ne mi diyorum? Haberleri okurken kendi kendime "ulan eşşeğin siki artık" diyorum. Ahmet Şık ve Ertuğrul Mavioğlu'nun yazdığı "Ergenekonu Anlama Kılavuzu"nu ısmarlıyorum. Bu adamların ne peşinde olduklarını iyice anlayabileyim istiyorum. Ortadan kaldırmaya çalıştıkları kitabın bir kopyasının internete düşmesini istiyorum, hiç kaybolmayacak şekilde bilgi havuzunun bir parçası olmasını umuyorum.

İmam'ın Ordusu'nun peşinde Radikal'in basıldığı haberinin altındaki bir yorumda, arjink nickli kullanıcı soruyor: "12 Eylül'de kitaplarımı yakarken 4 yaşındaki oğluma 'İyi bak, bunu yapan faşizmdir' demiştim. Bugün torunuma 'Kızım, okumak istediğim kitap basılmadan bilgisayardan silindi' dedim. Sizce oğlum mu daha şanssız, torunum mu?" Ne cevap verirdiniz?

22 Mart 2011

London#2



İngiltere vizesi sonuna yaklaşırken, can havliyle bir kez daha attık kendimizi ada topraklarına. Amsterdam'daki konsolosluğu kapattıkları için (daimi ziyaretçilerini Fas, Türkiye ve çeşitli Afrika ülkelerinin pasaportlarına sahip olanların oluşturduğu popüler bir mekandı aslında), vize başvurularını Düsseldorf'tan yapmak gerekiyor artık. Hem de şahsen.. Hem de hafta içi.. Hem de 6 aylık vize bedeli olan 90 euro'nun üstüne bir 50 euro'da tren biletine vererek.. İngiltere'ye güzel bir haberim var: hiç uğraşamıycam, o kadar da meraklı değilim size.. Bu haftasonunun highlight'ları:

- Fabric: Club kültürüm olmadığı için başka bir mekanla karşılaştıramıyorum ancak daha önce gördüğüm yerlere pek benzemiyor açıkçası. Bir nevi minyatür yeraltı şehri. Labirent benzeri koridorlar, göz alıcı ışık sistemleri, her noktanızda hissettiğiniz baslar, kenarda baygın şekilde yatanlar, sabahın dördünde hala tıklım tıklım sahneler. Haftaiçinde Mogwai'nin distortion'larıyla kulaklarımı elime almıştım zaten, bu defa Ramadanman'ın basları verdi tekrardan.

Portobello Road: Cumartesi kurulan sokak pazarına denk geldik şans eseri, ya da beraber gittiğim ekibin planlı bir hareketiydi. Albert Kuyp'ın çakmalığına alışmış biri olarak, pek bir ingiliz asaletinin ürünü gibi geldi bana. Antika eşyalar ve taze sebze-meyve ağırlıklı olarak uzayıp giden bir pazar. Önceki günün verdiği yorgunlukla bir pub'ın önündeki kaldırıma çöküyoruz, yanımıza birer de 'pint' alıyoruz tabi ki. Uzun süre sonra güneşi görmenin getirdiği mutlulukla, gevşek gevşek akşam ne yapsak diye düşünüyoruz.

- O'Reillys Irish Pub: Fish&chips ve bira için yaklaşıyoruz pub'a ancak kapı önü full dediğimiz cinsten. Meğer İrlanda-İngiltere rugby maçı varmış, İrlanda tokatlamaya başlamış bizimkileri. Bizimkiler tokatlıyor demek daha doğru aslında, ne de olsa irlandalıların mekanındayız. Kıvrak hareketlerle arkaya geçiyoruz ve ufak televizyonun önüne çöküp yemek ve biralarımızı söylüyoruz. Herkesin gözü ekranda, biz dahil. İrlanda'nın her 'try'ında ayaklanıyor insanlar. Biz de bir yandan kuralları çözmeye çalışıyoruz kendi aramızda, herkes farklı teoriler geliştiriyor ama üç kişi bir şeyi doğrultamıyoruz. Maçın açık galibi İrlanda olunca içerde bayram havası. Benim de hoşuma gitmeye başladı bu spor aslında, wikipedia'da kurallar yazar diye umuyorum.

- Camden Town: Kapalıçarşının büyük ve alternatif versiyonu diye anlatmak isterim burayı. Gotik kıyafetler, fantastik uzakdoğu yiyecekleri, resim galerileri, egzotik müzik aletleri, goa trance çalan bir dj, old school bavullar, antika büyüteçler burada bulabileceklerinizin sadece bir kısmı. Fazlasıyla etkileyici.

- Pret a Manger: Bir nevi Body Shop'un kahve dünyasındaki versiyonu. Tamamen doğal ürünler kullanan, her sandwich'i taze şekilde dükkanda hazırlayan, atıklar için recycle bin'leri kullanmanızı rica eden, her akşam artan yiyecekleri vakıflar aracılığıyla evsizlere dağıtan, limonataya ödediğiniz paranın 10 penny'sini bu işe verdiğinizi söyleyen bir firma. Benim gözümde şu an şekilleri sonsuz.

17 Mart 2011

Mogwai

Mogwai - Paradiso@Amsterdam - 15.03.2011 - 25€

2006'ın ekiminde izlemiştim ilk seferinde. Heralde lisenin son dönemlerinde tanıdığım, daha sonraki yıllarda takipçisi olduğum bir grup Mogwai. Phonem by Miller kapsamında gelecek olması ise bir hayalin gerçekleşmesiydi. Beş sene sonra tekrar sahnede görüyorum aynı ekibi. Arada iki albüm çıkardılar. Son albümleri "Hardcore Will Never Die But You Will" turnesinde Amsterdam'a da uğradılar. Konser mükemmeldi, muhteşemdi gibi yorumlar yapmanın anlamı yok. Post-rock'ı tanımlayan, "Happy Songs for Happy People" gibi bir albüm yaratan, konsere davetli listesinden beleşe girenlere "Japonya için 5 euro bağış yapmayı düşünür müsünüz?" diye soran, "Zidane: A 21st Century Portrait" belgeseline müzikleriyle destek veren bir grup var sahnede. Enstrümantal müzik yapan bir ekipten çılgın bir sahne şovu beklemiyorsunuz doğal olarak. Ne sahnede dağıtıyorlar, ne de bitse de gitsek havasındalar. Olağanüstü müziklerini dinlerken bir buçuk saat geçiveriyor. Bisikletle eve dönerken çınlayan kulaklarımın ısrarına dayanamayıp "Friend of the Night" veriyorum bünyeme.

I Know You Are But What Am I?
Glasgow Mega-Snake

7 Mart 2011

NTV


Bugün NTV'nin internet yayını olduğunu keşfettim; günün en güzel haberi. Çok uzun bir süredir türkçe yayınlara uzak kaldığım için gündemi sadece internet gazetelerinden takip edebiliyordum. Radikal'in haberleri ve köşe yazarları bir yere kadar güncel kalmamı sağlıyordu ama hep aynı kişilerin görüş açısına maruz kalıyordum. NTV ile beraber bu entellektüel açlığımı biraz doyurabileceğim sanırım. Bir kaç gün önce gözaltına almalar, sonra tutuklamalar ile tedirgin edici olmaktan öte korkutucu olmaya başlayan son gelişmeler hakkında iki programı üst üste izlemek oldukça moralimi bozdu aslında. 20 sene sonra bugünler tarihte nasıl yazılacak acaba?

3 Mart 2011

bugün eve gelince


Dışarıda tam bir kuru kış havası, sürekli 2-3 derece civarında. Öğlen güneş kendini gösteriyor ama ısıtmaya gücü yetmiyor. Eve üşüyerek girdim. Kaloriferi yakarken karşı balkonda sigaralarını içmeye çıkmış iki eleman gördüm. Sigaranın yanına bir de bira açtılar. Çok canım çekti, yanaşıverdim buzdolabına. Aç karına soğuk bira, en güzeli. Can sıkıcı haberlerin arasında gezinirken bitiriverdim birayı. Bir yandan geri dönmeyi istemek, diğer yandan geleceğimi şu boktan yerde nasıl bulacağımı düşünmek. Evde yiyecek bir tek somon var, 184 gr, 4.21 euro. Bloglar arasında turlarken yemek faslını tamamladım, çoğu uzun bir süre güncellenemeyecek olan. Duş, traş derken pijamalarımın içindeyim. Aylardır öğrenmeye çalıştığım gitarı elime almam gerektiğini biliyorum ama gene bir bahane buldum sanırım, ne olduğunu hatırlamıyorum bile. Murakami okumak daha cazip şu an, gerçi neden bu kadar popüler olduğunu anlayamadım hala. Rezalet çeviriden dolayı belki de. Çamaşırları da toplamam lazım aslında. Haftasonuna kadar biraz daha kurusunlar bence. Bir bira daha?